Geçen yazımda eski islamcılara dair ‘’ Gelinen noktada, sahip oldukları entelektüel birikim, onları belki dar / örfi / yerel İslam yorumlarından kurtardı ama, bu esnada çok az sayıda insan hariç, mücadele ruhu denen şeyin de öldüğü apaçık ortada.’’ şeklinde bir tespit yapmıştım. Bu tespiti ifade ederken kullandığım cümlenin meramımı tam anlatamadığını görüyorum. Haklı bazı eleşltiriler aldım. Ne demek istediğimi biraz daha derinlemesine anlatmaya çalışayım.
80’ler ve 90’lar Türkiye’sinin islamcıları büyük oranda devasa bir geçmiş söylem geleneğinin de etkisiyle İslam’ın, herkesin üzerinde mutabık kalabileceği ‘’İslam budur !’’ denebilecek bir akaid anlayışı, hukuk sistemi, siyasal yaklaşımı…vs olabileceği kanaatini taşıyordu. Bu tasavvurun şekillenmesinde elbette yüzyıllardır süregelen ‘’ehl-i sünnet’’ geleneğinin etkisi çok belirleyici. Kur’an ayetleri, yoruma açık olmayan, mutlak hükümler koymaya yetebilecek kadar tartışılmaz, ‘’sahih’’ hadis külliyatı yine mutlak olarak dinin ta kendisi, detay uygulamaları öğrenebileceğimiz sorgulanamaz ana kaynaklar, ehl-i sünnet ulemasının dedikleri kesin şekilde bağlayıcı idi.
Son 30 – 40 yıl, büyük oranda post modern dünyanın yüzleşmek zorunda kaldığımız tahakkümü ve Batı akıl / felsefesi karşısında cevap üretemeyen, kendini yenileyemeyen müktesebatımızın ciddi şekilde yeniden gözden geçirildiği, yorumlandığı bir süreç oldu. Artık Kant sonrası Batı düşüncesinin de kendi sınırlarına dayandığı ve kuvvetle muhtemel quantum alanında elde edilecek yeni bilimsel verilerle büyük bir paradigma dönüşümünün yaşanacağı bir dönemin eşiğinde olduğumuz gerçeği bir yana, İslam düşüncesi henüz Kant’ın bizi karşı karşıya bıraktığı yüzleşmelerle bile baş edebilmiş değil. Buna rağmen malum zorlamalar yüzünden epey mesafe kat edildiğini de yadsımıyorum. Artık ehl-i sünnet dendiğinde bunu ‘’gerçek müslümanlar’’ olarak algılamamız gerekmediği, sahih hadis kaynaklarının sorgulanamaz ve mutlak olmadığı, İslam devleti dendiğinde hangi İslam’ın kastedildiği ve bunun içinin nasıl doldurulacağının büyük bir belirsizlik taşıdığı… gibi farkedişlere de tanık oluyoruz. Öyle ya…
Hangi İslam devleti ?
Malezya tarzı mı ?
Pakistan tarzı mı ?
İran tarzı mı ?
Sudan tarzı mı ?
Türkiye tarzı mı ?
Suudi Arabistan tarzı mı ?
Cübbeli Ahmet tarzı mı ?...
Yoksa Işid tarzı mı !? (Yüksek siyasetin jargonlaştırdığı DAEŞ kısaltmasının neye tekabul ettiğini bilmediğimden bunu kullanıyorum. Arapça’sından kısaltacaksak DAİŞ, İngilizce’sinden kısaltacaksak ISIS, Türkçe’sinden kısaltacaksak IŞİD dememiz lazım). Velhasıl bu süreç, düşünsel açıdan epey bir silkelenmeye neden oldu.
Ancak bu silkelenmenin sonuçları elbette taliplileri için anlamlı ! İşte tam bu noktada geçen yazımda bahsettiğim dar / örfi / yerel İslam kalıplarından kurtulma konusunda mesafe kat edebilenlerin ancak bu talipli ‘’kısıtlı’’ kitle olduğunun altını çizmek lazım. Yoksa ezici bir çoğunluk hala ehl-i sünnet ulemasının yorumlarını din, hadis kaynaklarını mutlak ve sorgulanamaz kabul etmeye devam edip, haremlik – selamlığı ve zina edeni recm etmeyi Allah’ın emri olarak gördükleri bir İslam anlayışını sürdürüyorlar. Bu anlayışın bir ucunda, pazarlamasını yaptıkları yanmaz kefenler sayesinde kabir azabından kurtulanacağını söyleyen, ‘’cennetle müjdelenmiş hocalar’’ dururken, diğer ucunda da birkaç yıllığına da olsa böyle mutlakçı bir İslam anlayışını, devlet kurarak tatbik etme fırsatı bulan Işid duruyor. Konjonktür ve güncel siyasal dilin etkisiyle, Işid’in zalimler sürüsü olduğunu ifade eden bu insanlar, aslında uygulamanın çok büyük oranda onların tasavvurundaki İslam’ın ta kendisi olduğunun farkındalar mı acaba !?
Maalesef büyük kitleler için değişen pek bir şey yok gerçekten de ! Küçük bir topluluk bir tekamül yaşadı belki ama onlar da büyük oranda, duruşlarının ve olgunlaştırdıkları İslam anlayışının, devleti kutsayan, yerli ve milli iktidar tercihleri karşısında ne büyük tutarsızlık ve çelişkilere neden olduğunun ya farkında değiller ya da işlerine gelmiyor…
Ebu Zerr’i biliyorlar ama ezilenleri umursamıyorlar; Ömer’i biliyorlar ama muarızları söz konusu olduğunda zulme rıza gösteriyorlar; Maide 8’i biliyorlar ama kin duyduklarına karşı zulmü savunabiliyorlar…
İşte geçen yazımda bahsettiğim ‘’kayıp gençler’’in bu tutarsızlıkları aşıp, bizlere İslam’ı tekrar öğreteceğine dair ümidim bu nedenle çok kıymetli (en azından benim için).
Bir de aslında ‘’kayıp gençler’’le aynı safta duran çok çok az sayıda da olsa bir grup orta kuşak / ihtiyar müslüman, her şeye rağmen vicdanı, adaleti, dürüstlüğü, ilkeliliği, özeleştiririyi savunmaya devam ediyor. Bunlara da aslında baskın çoğunluk tarafından ‘’kayıp ihtiyarlar’’ diye bakılıyor galiba…
Yaşasın ‘’kayıp gençler’’ ve ‘’kayıp ihtiyarlar’’ !
Devlet mevzuuna giriş|Sait Alioğlu
26.03.2024
SÖMÜRGECİLİKTEN KÜRESELLEŞMEYE |Noam Chomsky
24.03.2024
Seviyesiz siyasetin gölgesinde seçimler
24.03.2024
BU UTANÇ BİZ MÜSLÜMANLARINDIR|MUSTAFA DOĞU
26.03.2024
Süleyman Arslantaş ile Derkenar
14.03.2024
FİLİSTİN CEPHESİNDE NİLİ CASUSLARI
04.03.2024
DİYARBEKİR ANNELERİ FERMAN KARAÇAM 22.03.2024
EBU UBEYDE'NİN YALNIZLIĞI KADİR ÇİÇEK 24.03.2024
Çanakkale’den Gazze’ye AHMET SEMİH TORUN 21.03.2024
DİYARBEKİR ANNELERİ FERMAN KARAÇAM 22.03.2024