Kur’an’da pek çok yerde ‘el-arz’ sözcüğü geçmekte ve bu sözcük geçtiği ayetlerde, genel olarak yeryüzü, yaşanmakta olan ülke, bölge, toprak gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Günümüzde de Yahudiler İbranicede 'toprak' kelimesi karşılığı olarak ‘mediyna ve erets’ sözcüklerini kullanmaktadırlar. Erets, ‘arz’ sözcüğünün karşılığıdır.
Kur’an’dan ‘arz’ sözcüğüne örnekler: ‘Yeryüzünü/ الْاَرْضَ iki evrede yaratanı inkâr edip ona başkalarını mı ortak koşuyorsunuz? … Orada bereketler yarattı (/bareke fiha) ve gereksinimi karşılayacak gıdaları dört evrede takdir etti.’ (Fussilet 41/9,10) Bu ayette ‘el-arz/ الْاَرْضِ’ sözcüğü yeryüzü karşılığı kullanılmakta, bareke fiha/ وَبَارَكَ ف۪يهَا tamlamasıyla yeryüzünün tarım ve hayvancılık yapılarak yaşanabilecek her yerine işaret edilmektedir. ‘Biz ise bu ülkede /الْاَرْضَ güçsüz bırakılanlara nimetler vermeyi, onları öncüler kılmayı ve varisler yapmayı istiyorduk.’ (Kasas 28/5). Bu ayette ‘el-arz/ الْاَرْضِ’ sözcüğü, Yahudilerin Firavun yönetimde yaşadıkları dönemdeki Mısır’dır. ‘Onlara, “Yaşadığınız bu yerde/ الْاَرْضَ bozgunculuk yapmayın!” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edici kimseleriz” derler.’ (Bakara 2/11). Bu ayette ‘el-arz/ الْاَرْضِ’ sözcüğü, Yahudilerin Hz. Muhammed döneminde yaşamakta oldukları Medine’dir. ‘Gerçekten biz, Zikir’den sonra Zebur’da şöyle yazmıştık: ‘Muhakkak ki bu yurda / الْاَرْضِ iyi kullarım varis olacaktır.’ (Enbiya 21/105) Bu ayette ‘el-Arz/ الْاَرْضَ sözcüğü, bağlamına göre kıyamet sonrası iyilerin yaşayacağı yer olan cennettir.
Arz-ı Mev’ud: Bu tamlama, Kur’an’da geçmemektedir. Kur’an’daki kıssalar, kitabın 1/3’ünü oluşturduğu, Hz. İbrahim ve soyu, özellikle de Hz. Musa’nın yaşadıkları ayrıntılarıyla anlatıldığı halde Kur’an’da bu tamlamanın olmaması son derece önemlidir. Eğer Tevrat’ta ısrarla anlatıldığı gibi Tanrı tarafından belli bir bölgenin ‘arz-ı mev’ud’ kılınarak bir soya verilmesi söz konusu olsaydı bundan Kur’an’da kesinlikle söz edilirdi. Kur’an’da ‘arz-ı mukaddes’ denilen yerleri, İsrailiyyat etkisiyle ‘arz-ı mev’ud’ olarak tefsir etmek yanına da parantez içinde ‘Filistin ve çevresi’ yazmak korkunç bir yanlıştır. Bu yanlış, yüzyıllardır ‘tefsir’ adı altında, Kur’an’ın söylemediklerini söyletmeye neden olmaktadır.
KUR’AN’A GÖRE ARZ-I MUKADDES ‘الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَة : ŞİRKTEN ARINMIŞ BÖLGE
Mukaddes: Bu sözcüğün kökü ‘kuds’tür, temiz ve pak olmak anlamındadır, Türkçedeki karşılığı kutsaldır. Aynı kökten gelen takdis, kutsallık nispet etme; mukaddes/ مقدّس, kutsallık nispet edilmiş anlamlarına gelir, bir varlığın ‘saygın’ kabul edilmesi demektir. Dini inanışa göre ise kutsal kabul edilen yerleri, varlıkları, kavramları ifade eder; bu sözcükle bunların dokunulmazlığına saygı göstermek gerektiği belirtilmiş olur. Bu kökten sözcükler Kur'an'da fiil halinde bir ayette, 'kuds/kudüs' olarak dört ayette, 'mukaddes' olarak üç ayette, 'kuddûs' olarak da iki âyette geçmektedir. Kuddüs olan, kutsal kılma yetkisi olan yalnızca Allah’tır. Arz-ı mukaddes: Söz edilen yerin zulümden ve şirkten arındırıldığına işaret eder.
Kur’an’a göre arz-ı mukaddes/ الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَة : Kur’an, Kudüs’e ve Filistin’e özel bir atıfta bulunmaz. Emevi Kralı Abdülmelik, Kâbe’nin bulunduğu Mekke’ye hâkim olamadığı için Kâbe’yi ve Mekke’yi kutsal bölge olmaktan çıkarmak istemiş, İlia kentindeki kalıntılar üzerine bir mabet yaptırarak adına ‘Mescid-i Aksa’ demiş ve oraya ‘Medinetü Kudüs/Kutsal şehir’ adını vermiş, gelenler, tavaf yapabilsin diye de mabedin yapısı diğer mabetlerden daha farklı yapılmış; ardından Müslümanlara bu mescide gelerek umre ve hac yapmalarını emretmiştir. İsra suresinin ilk ayetinin bu bölgeye işaret ettiğine dair rivayetler Emeviler döneminde yaygınlık kazanmış, bu tarihten sonra İsra suresindeki ‘Mescid-i Aksa’ tabiri, burası için kullanılır olmuş, tefsirler buna göre yapılmış, Mekke ve Medine’den sonra buradaki mescidi ziyaret etmenin büyük sevaba vesile olacağına dair rivayetler ortaya çıkmıştır. (bkz: Buhari, Fadlu’s-salah fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine,1 ,6; Müslim, Hac, 415, 511; Ebu Davud, Menasik, 94). Ancak Kur’an’ın tamamı titiz bir okumayla okunup incelendiğinde görülür ki Kur’an’ın ‘arz-ı mukaddes’ olarak nitelendirdiği yer Mekke’dir. Bunun nedeni şu ayetlerdir: ‘Gerçek şu ki insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Bekke’deki evdir.’ (Al-i İmran 3/96). Kur’an, bu ayetle Mescidi Haram’ın bulunduğu bölgeyi ‘بَكَّةَ مُبَارَكاً / bereket kaynağı’ olan topraklar olarak adlandırılmıştır.
Kur’an’a göre Hz. İbrahim için arz-ı mukaddes: Kur’an’da, Hz. İbrâhim’in ve Hz. Lut’un bulundukları yerden göç ettikleri (Ankebut 29/26); “bereketli kılınmış/ الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَا” bir yere ulaştırıldıkları anlatılmaktadır (el-Enbiyâ 21/71). Burası neresidir? Hz. İbrahim, eşleri, oğulları ve onların eşleri ‘el-Halil’ denilen yerde yaşamış ve ölmüşlerdir. O dönemde adı İlia olan Kudüs, onların gündeminde yoktur, bir öneme de sahip değildir. Farklı bölgelere giden Hz. İbrahim de İlia’ya özel bir ilgi göstermemiştir. Hz. İbrahim’in dininin kıblesi ise inşa ettiği ve insanları hacca davet ettiği mabedin bulunduğu Mekke’dir. Bu nedenle İbrahim, İsmail ve İshak’tan sonra Yakup, Yusuf ve ondan sonra gelen tüm Yahudiler, İbrahim’in temelleri üzerinde oğlu İsmail’le yeniden yaptığı (Bakara 2/127) Kabe’nin bulunduğu Mekke’ye yönelmiş olmalıdırlar. Onun ağzından bu süreç şöyle anlatılır: ‘Ey Rabbimiz! Ben, bana uyanlardan/zürriyetimden bir kısmını, ekilebilir toprağı olmayan vadiye, senin Saygın Ev'inin/ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ yanına yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükretmeleri için ürünlerden onlara rızıklar ver!’ (İbrahim 14/37). ‘Hani İbrahim: Rabbim, burasını güvenli bir yer kıl, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları türlü ürünlerle rızıklandır, demişti.’ (Bakara 2/126). Bu ayetlerde söz edilen yer Mekke’dir ve Kur’an’a göre Hz. İbrahim için ‘arz-ı mukaddes/kutsal topraklar, Mekke ve çevresindeki hac bölgesidir.
(Ek: İbrahim 14/37 ayetinde geçen ‘zürriyet: Yaşarken veya ölümünden sonra bir öncüye uyanlar, yoldaş, soy anlamındadır. Ayette ‘zürriyet’ sözcüğünün çoğul kullanıldığına dikkat edilmelidir. Bu çoğul kullanım, Yahudilerin uydurmalarından olup kaynaklarımıza da geçen kurguya göre Hz. İbrahim’in eşi Sara’nın kıskançlığı nedeniyle henüz bebek olan tek oğlu İsmail’i ve annesi susuz çölün artasında bırakıp gittiği, anlatımına uygun değildir. Vahyin üslubuna göre Hz. İbrahim, vahyin buyruğu doğrultusunda Kâbe’yi yapmış ve oraya kendisine inananlardan bir topluluk yerleştirmiştir çünkü Hz. İbrahim’in onlar için ettiği dualardaki kalıplar çoğuldur.)
Kur’an’a göre Hz. Musa için arz-ı mukaddes: Hz. Musa, Mısır’dan çıkınca nereye gitmiştir? Muharref Tevrat’ta kurgulanan Yahudi tarihinin, rivayetlerin ve İsrailiyyat’ın etkisinde kalmamaya çalışarak bu konuyu Kur’an’a göre anlamaya çalışmak önemlidir. Yahudiler, Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa ettiği tarihten sonra, Mısır’a göç eden büyük dedeleri Yakup’tan sonra da ibadet ve hac için Mekke’ye dönmüş olmalıdırlar çünkü Hz. İbrahim onları oraya yönelmeye çağırmıştır. Bu durumda Hz. Musa’nın da ibadet için Mekke’ye yöneldiği anlaşılabilir. Çünkü o dönemde Yahudilerin başka bir kıblesi yoktu. Hz. Musa, işte bu nedenle Yunus 10/87: ‘Musa ve kardeşine, kavminiz için Mısır’da kıblesini belirlediğiniz evler yapın, salat edin ve inananları müjdeleyin.’ ayetiyle kendisine inananları, Hz. İbrahim’in tüm insanlığı yönelmeye davet ettiği kıble olan Mekke yönünde ve İbrahim’in dininin ilkeleri altında birleşmeye davet etmiştir. Neden böyle olmalıdır? Çünkü: 1. Allah katında din tek vardır ve ilkeleri aynıdır. 2. Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim'in öncü kabul edildiği bir din anlayışı vardır. 3. O dönemde İlia’yı kutsal saymaya neden olacak hiçbir yapı ve durum da yoktur. İşte bu nedenle Yahudilerin Hz. Musa’dan bin yıl sonra yaşadıkları Babil sürgünü dönüşünde derleyerek ve tahrif ederek kurguladıkları Tevrat’ın uydurmalarından başka Hz. Musa’nın ‘vaat edilmiş topraklar’ diyerek Filistin’e-Kudüs’e yöneldiğini gösteren hiçbir sağlam delil yoktur. İşte bu nedenle Hz. Musa için ‘arz-ı mukaddes’ büyük atası İbrahim’in inananları yönelmeye davet ettiği Mekke’ olmalıdır.
Kur’an’da, Hz. Musa’ya işaret edilen ‘arz-ı mukaddes’tir, ‘arz-ı mev’ud’ değil. İki tamlama arasında ise çok önemli bir fark vardır. ‘(Musa dedi ki) Ey milletim! Allah’ın size belirlediği arzı mukaddese/kutsal-temiz topraklara girin, arkanıza dönmeyin çünkü kaybedenler olursunuz.’ (Maide 5/21). Meal ve tefsir yazanlar, bu ve benzeri ayetlerde yer alan ‘ الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ/mukaddes topraklar’ tamlamasının yanına parantez içinde ‘Filistin ya da Kudüs’ yazmış ve öyle tefsir etmişlerdir. Bu şekilde meal ve tefsir yazanlar, Yahudilerin uydurdukları, yukarıda sürecini özetlediğimiz Tevrat kurgularının etkisi altında bu yorumları yapmaktadırlar. Çünkü Kur’an, hiçbir zaman Filistin’e ‘ الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ / kutsal topraklar’, dememiştir. Çünkü Filistin ve Kudüs’ün kutsanması, sürgündeki Yahudi özlemlerinin Tevrat’taki kurgusundan ibarettir. Bu nedenle ‘Hz. Musa’nın gideceği ‘arzı mukaddes’ neresi olabilir?’ sorusu sorulduğunda bunun cevabı kesinlikle Filistin olmamaktadır. Çünkü Kur’an’da ‘arzı mukaddes’ olarak geçen bu yer, Kur'an'a göre ancak Beytül Haram'ın bulunduğu, Hz. İbrahim'in de insanları davet ettiği, hac için sınırlarını belirlediği topraklardır. Kur’an, başka hiçbir yeri ‘kutsal toprak’ olarak kabul etmemektedir. Bu nedenle Hz. Musa, o yıllarda adı anılmaya değmeyen küçücük bir kasaba olan ve henüz içinde Yahudileri kendisine çeken hiçbir şeyin bulunmadığı İlia yerine, atalarının kıblesi olan Mekke’ye yönelmiş olmalıdır. Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkış süreci, -Tevrat’ın kurgularıyla değil de- bu bilgiyle okunduğunda, Yahudilerle ilgili ayetlerin anlamlı bir şekilde yerine oturduğu görülecektir. Şöyle ki:
Hz. Musa, kendisiyle Mısır’dan çıkanlara dedi ki: ‘Ey milletim! Allah’ın size belirlediği arzı mukaddese/kutsal-temiz topraklara girin, arkanıza/Mısır’a dönmeyin çünkü kaybedenler olursunuz.’ (Maide 5/21). Hz. Musa’nın yanındakiler, onun girmelerini istediği ‘girenlerin güvencede olacağı, öldürülmeyecekleri’ şehre girmişler midir? Hayır, girmemişlerdir. Hz. Musa’ya sürekli karşı çıkmakla onu canından bezdirmişlerdir. ‘Dediler ki: ‘Ey Musa! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle giremeyiz. Ancak oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.’ (Maide 5/22). Mısır’da yıllar süren ezilmeden sonra kaçarak çıkmış bir toplum, yeni geldikleri bir yere güzelce girip yerleşmek yerine, şehirdeki halkı tanımadıkları halde onlara ‘zorba topluluk’ diyerek elçilerinden onları oradan çıkarmasını istemektedirler. Elçinin buna gücü yeter mi? Hayır. Bir elçi, bir beldenin halkını, ülkesinden savaşarak sürüp çıkarır mı? Hayır. Ancak bu toplum, ona karşı çıkmak için -Kur’an’da sürekli söz edildiği gibi- Hz. Musa’nın her buyruğuna itiraz etmektedirler. Bir şehir halkının kendilerine ait kentten çıkarılmasını istemek, açık bir zorbalık ve bunu yapmak gerçek bir zulümdür. Bu nedenle bu ayetleri, sanki ‘Hz. Musa, onların yakınına geldikleri şehir halkıyla savaşmalarını istemiş de yanındakiler de savaşmamış’ gibi yorumlamak yanlıştır. Bu yoruma göre ayetin geleneksel tefsirinde, bu savaşı Allah’ın istediği söylenmektedir ancak Hz. Musa’ya, Harun’a ve yanlarındakilere hiçbir kötülük etmemiş bir toplumla Musa, Harun ve Mısır’dan kaçıp gelenlerin savaşmasının haklı bir gerekçesi olamaz. Bu nedenle savaşı açıkça Hz. Musa’nın yanlarındaki insanlar istemekte ancak Musa ve Harun, kente uygun biçimde girmelerini onlara şöyle öğütlemektedirler: ‘Allah’ın kendilerine verdiği (kitap) nimetinden korkan iki adam dedi ki: ‘Onlara kapılarından girin. Eğer böyle girerseniz başarırsınız ve eğer inanıyorsanız Allah’a güvenip dayanın.’ (Maide 5/23). Ayette geçen ‘kapılarından girin’ sözü, gerekli her eylem için en iyi yolun kullanılması anlamını içeren bir deyimdir. Örnekler: ‘Bir zaman dedik ki: ‘Şu kente girin, orada bulunanlardan ne isterseniz bol bol yiyip için; oraya kapıdan ve secde ederek (kentin yasalarına uyum sağlayarak) girin.’ (Bakara 2/58). Bu deyim şu ayette de geçmektedir: ‘İyilik, evlere arkasından gelmeniz değildir ancak iyilik kişinin erdemli olmasıdır. Evlere kapılarından gelin; kurtuluşa ulaşabilmeniz için Allah’a karşı erdemli olun.’ (Bakara 2/189). Bu ayette, insanların ‘iyi insan’ olmak için kendilerince yöntemler uydurmasına itiraz vardır. Bu nedenle bu ayeti, ‘kapılarından girin ve saldırın’ benzeri anlamlarla çevirmek ve tefsir etmek, vahyin ve elçiliğin amacını anlamamanın sonucudur. Çünkü bir elçi, bu şekilde davranamaz. Yahudiler ise aynı azgınlıkla şehre girmek için oradaki ahalinin boşaltılması konusunda şöyle diyerek ısrar ettiler. ‘Ey Musa! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya kesinlikle girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız.’ dediler.’ (Maide 5/24). Azgınlaşan bu toplum, yaklaştıkları kente barış içinde, doğru şekilde, uygun yöntemle girmek yerine, oradakilerin hepsinin öldürülmesini, bunu da kendi canlarına bir zarar gelmesin diye kendilerinin değil, ‘Musa ile onun Rabbinin’ savaşarak yapmasını istemektedirler. Rivayetlerde geçen, Hz. Musa’nın Mısır’dan kaçtıktan sonra bir beldeye girmek için yanındakilere ‘Savaşın’ şeklinde bir emri olduğu, gelenlerin bu savaşı yapmadıkları için çölde ceza olarak kırk yıl kaldıkları’ şeklinde geçen yorumlar yanlıştır. Onlar, Hz. Musa’yı dinlemedikleri için güvende olacakları kutsal beldeye girmemiş, oraya girmedikleri için çölde kalmışlardır. Çünkü Allah’ın elçileri, durup dururken savaş çıkarmaz ve kimsenin yaşadığı yerleri onların elinden almak için savaşmazlar.
Hz. Musa, yanında kaçan ve yolculuğun yorgunluğunu yaşayanlardan savaş istemedi; kente düzgünce/secde ederek girmelerini söylediği halde kendisini dinlemeyen toplumu karşısında çaresiz kaldı. Bunun üzerine Rabbine yöneldi ve şöyle dua etti: ‘Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bu yoldan çıkmış/fasık toplumla bizim aramızı ayır.’ dedi.’ (Maide 5/25). Bu ayetten hareketle yukarıda konuşan iki kişinin Musa ve Harun olduğu anlaşılır. Hz. Musa, kendisiyle Mısır’dan kaçanlar için ‘bu azgın/fasık toplum’ demiş, onlardan razı olmadığını ortaya koymuştur. Bunun üzerine ‘Allah buyurdu ki: ‘Öyleyse oraya kırk yıl/yıllarca giremeyecekler, yeryüzünde başıboş dolaşacaklar. Artık sen bu yoldan çıkmış/ fasık toplum için üzülme.’ (Maide 5/26) buyrulmuştur.
Hz. Musa’dan bin yıl sonra derlenen Tevrat’ı yazanlara göre Hz. Musa ile çıkanların çölde kaldıkları bu süre içinde o neslin yerine yeni bir nesil türemiş, bunlar Filistin’in farklı bölgelerinde savaşıp oralarda kim varsa hepsini öldürerek bölgeye girip hâkim olmuşlardır. Tevrat yazarlarının kurgulayıp yazdıkları böyle bir savaş ve yeni bir yere yerleşmek için böyle bir yöntem, Allah’ın rahmeti ve adaletiyle, Allah katındaki tek din olan İslam’ın ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu nedenle Allah, Hz. Musa veya başka elçilerine böyle bir şey emretmiş olamaz. Çünkü Allah, ilkesiz değildir; adildir, rahimdir. Ancak Babil sürgünü öncesi ve sonrasında ezilip aşağılanan toplumu toparlamak için ‘Bakın siz daha önce de savaşmış ve kendinize bir ülke kurmuştunuz. Yine savaşırsanız yine güçlü bir ülke kurabilirsiniz’ düşüncesinin aşılanması için derlenen ve yeniden yazılan Tevrat ve Yahudi tarihi yeniden kurgulanmış ve ‘arz-ı mev’ud/vaat edilmiş topraklar’ miti uydurulmuştur.
Hz. Musa’nın hayatı, Yahudilerin derleyip uydurup kurguladıkları Tevrat’a ve ondan mülhem rivayetlere göre okunduğunda, Kur’an’da onunla ilgili hiçbir ayet doğru anlaşılamamaktadır. Bu yanlışın sonucu olarak Hz. Musa ile ilgili bir sürü kurgu doğru kabul edilmiş, olmayan bir tarihin rivayetleri arasında vahyin apaçık anlamları görünmez olmuştur. Buy yöntemle peygamberler tarihinin Hz. Musa bölümü de İsrailî rivayetlerle mecrasından zorla başka yere akıtılmış bir ırmak durumuna getirilmiştir.
Hicaz Yahudileri için Arz-ı Mukaddes: Kendilerine Kur’an’da, ‘Beni İsrail (/Gece yolculuğu yapanların soyu) denilen pek çok Yahudi kabilesinin Hicaz bölgesinde ne aradıkları sorusuna doğru düzgün cevap verilememesinin nedeni, Hz. Musa’nın yaşamının bu bölümünün anlatıldığı sürecin İsrailiyyat’a göre okunup anlaşılmaya çalışılmasındandır. Hz. Muhammed’in elçiliği döneminde, Medine ve çevresinde kendilerine ‘Beni İsrail’ denilen kabileler halinde yaşayan Yahudiler, bu yolculukla gelenlerin bir kısmı olmalıdır.
Kimileri ise bir delile dayanmadan ‘Hicaz bölgesinde neden bu kadar çok Yahudi kabilesi bulunmaktadır?’ sorusuna şöyle yanıt vermişlerdir: ‘Yahudiler bu bölgeden bir elçi çıkacağını birtakım alametlerden bilmekteydiler. Bu nedenle buraya göç ettiler ki o beklenen elçi aralarından çıksın.’ Böyle bir yorum ancak mevcut durumu doğru anlayamamanın sonucu olarak kurgulanmış bir cevaptır. Bu nedenle Müslüman müfessirlerin Yahudilerin derleme Tevrat’ta kurguladıkları efsanevi tarih bilgilerinden hareketle Kur’an’ı tefsir etmeleri doğru değildir.
Hz. Muhammed’in muhatap olduğu Yahudiler onun davetine şöyle cevap verdiler: ‘Seninle gelen hidayete uyarsak اَرْضِنَاؕ/arzımızdan/yurdumuzdan sürülürüz, diyorlar. Peki biz onları, katımızdan bir rızık olarak her türlü ürünün içinde toplandığı güvenli-korunaklı (/haramen aminen) bir bölgeye yerleştirmedik mi?’ (Kasas 28/57). Ayetteki Yahudilerin ‘اَرْضِنَاؕ topraklarımız: yurdumuz’ dedikleri yer, açıktır ki Hicaz bölgesi; güvenli ve haram kılınan yer ise Mekke çevresidir. Mademki söz edilen yer Mekke çevresidir, acaba neden bu Yahudilerin ‘her türlü ürünün içinde toplandığı güvenilir bir arza (Mekke çevresine) Allah tarafından yerleştirilmiş oldukları’ kısmının anlamı üzerinde durulmamaktadır? Allah, onları, güvenilir bir yer olarak Hicaz bölgesine ‘ne zaman, neden, nasıl’ getirip yerleştirmiştir? Çünkü Kur’an, bu ayetle Hz. Muhammed’e inanmayan Yahudilere, Allah’ın onları buraya getirip güvenlik içinde yerleştirdiğini hatırlatmaktadır. Bu ayete göre Hz. Muhammed’in muhatabı olan Yahudiler, Hz. Musa’ya gelen ilahi buyrukla buraya gelip yerleşmiş olmalıdırlar. Değilse ‘Bölgede yaşayan Hz. Muhammed’in karşısındaki Yahudiler, hangi ilahi buyrukla, neden ve ne zaman Allah tarafından buraya yerleştirildiler?’ sorusu cevapsız kalmaktadır. Açıktır ki bu ayete göre bölgedeki Yahudiler, Allah’ın buyruğuyla buraya gelmiş ve yerleşmişlerdir. Allah da buyruklarını ancak elçilerine bildirir. Bu elçinin de Hz. Musa olduğu dikkatli bir okumayla hemen anlaşılabilir. Kur’an’da böyle bir buyruğun Filistin bölgesi için yapıldığına dair bir ifade kesinlikle yoktur. Çok açıktır ki ‘güvenli-haram kılınan yere yerleştirme’ ifadesi, Hz. Musa ile çıkanların yerleştirildiği yer olarak Hz. İbrahim’in hac için insanları davet ettiği Mekke ve çevresine işaret etmektedir. Çünkü Kur’an, ‘haramen aminen’ tabirini Medine ve çevresindeki Yahudilere yönelik olarak bölge için kullanmaktadır.
‘İsrailoğullarını مُبَوَّاَ صِدْقٍ /doğru bir yurda yerleştirmiş, temiz rızıklarla rızıklandırmıştık. Kendilerine (seninle yeniden ilahi) bilgi gelinceye kadar da görüş ayrılığına düşmemişlerdi. Rabbin, kıyamet günü, görüş ayrılığına düştükleri bu konuda aralarında kararını verecektir.’ (Yunus 10/93) ayetinde geçen ‘ مُبَوَّاَ صِدْقٍ: doğru bir yurda’ yerine buraya parantezler açarak ‘Filistin veya Suriye’ yazmak, ayetin sonrasının anlamını ve amacını yok etmektedir. Çünkü ayette, Hz. Nebi’nin muhatabı olan bölgedeki Yahudilerden söz edilmekte, Allah’ın onları Mekke çevresinde yerleştirdiği ifade edilmektedir. Yine Kur’an, muhatabı olan Hicaz bölgesi Yahudilerine şöyle seslenmektedir: ‘Güçsüz kalıp ezilen bir topluma, bereketli kıldığımız o yerin doğu ve batısını bıraktık. Sabrettikleri için Rabbinin güzel sözleri, İsrailoğulları için yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yapıp yükselttiklerini de yerle bir ettik.’ (Araf 7/137). Bu ayette de ‘bereketli kılınan yer’ Mekke ve çevresi için kullanılmaktadır. Yine Kur’an’da Hz. Muhammed’in muhatabı olan İsrailoğullarına şöyle buyrulmuştur: ‘Bunun ardından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Bu topraklarda oturun, ahiret sözü gerçekleşince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.’ (İsra 17/ 104) Bu ayette de söz edilen yer Hicaz bölgesidir. Alıntıladığımız tüm ayetlerinde görüleceği gibi Yahudilerle ilgili Kur’an ayetlerinde Hicaz bölgesinde yaşayan Yahudilere seslenilmekte ve onların yerleşti(rildi)kleri yer olarak da Hicaz bölgesine işaret edilmektedir.
Günümüz Yahudileri için arz-ı mukaddes: Sürgün öncesi: İlia, Hz. Davud döneminin sonlarında alınmış, oğlu Hz. Süleyman da buraya büyük bir mabet yaptırmıştır. Sonraki yıllarda Hz. Süleyman’ın kurduğu ülke parçalanmış, güçleri yok olmuş ve bu devlet yıkılıp Yahudilerin büyük kısmı Babil’e sürgün edilmişlerdir. Sürgün dönemi: İlia kentinin, Yahudiler tarafından kutsallaştırılması uzun bir süreç içinde olmuştur. Bu kutsallaştırmanın başlangıcı, Babil sürgününde, Hz. Süleyman döneminde büyük ve güçlü bir krallığa sahip olan Yahudilerin o günlere özlemini yansıtmaktadır. Yıkılan Hz. Süleyman mabedinin/Beyti Makdis’in ve güçlü devletin yönetiminde özgür yaşadıkları toprakların özlemiyle o bölge kutsanmıştır. Bu mabet, Hz. Musa’dan yaklaşık 600 yıl sonra yapılmıştır. Sürgün yıllarında, şabat başta olmak üzere Babillilerden aldıkları ne varsa hepsini yavaş yavaş kendi geleneklerine eklemişlerdir. Yahudiler sürgün yıllarında, Hz. İbrahim’den beri onun yaptığı Kâbe’nin bulunduğu Mekke’ye ‘kıble’ olarak yönelmek yerine, ihtişamlı günlerin özlemi sonucu, Kâbe ile aynı yönde bulunan Hz. Süleyman’ın mabedinin bulunduğu İlia kentine yönelmeyi, öne geçirmiş olmalıdırlar. Sürgün sonrası: Yahudiler, sürgün sonrası kendilerine verilen izinle Azra/Uzeyr öncülüğünde Tevrat’ı yeniden derlemeye başlamışlardır. Bu derleyip yeniden yazma dönemi, Hz. Musa’dan yaklaşık 1000, Hz. Süleyman’dan ise yaklaşık 400 yıl sonradır. Bu kitabın bir derleme olduğunu ve muhtemelen dört kişi tarafından derlendiğini kendileri de kabul etmektedirler.
Babil sürgünü sonrasında, elçi değil kral kabul ettikleri Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman dönemindeki güçlü devletin özlemiyle yeni baştan bir tarih ve yeni baştan hurafelerle dolu bir kitap kurgulamışlardır. Sürgün sonrası kurgulanan Tevrat’ta, Hz. Süleyman dönemindeki ülke topraklarına yeni bir ad verip ‘arzı mev’ud’ diyerek bu yerlerin Hz. İbrâhim’e ve onun zürriyetine vaat edildiğini eklemişlerdir (Tekvîn, 13/14-17). Böylece ‘kutsal topraklar’ miti, ‘vaat edilmiş topraklar’ haline getirilmiş oldu. Oluşturulan bu mit, Tanrı buyruğu olarak Tevrat’a eklenmiş ve Yahudi tarihi bu mite göre yeni baştan yazılmıştır. Güçlü ülke dönemine duyulan özlemin etkisiyle ayrıntılı bilgi de verilerek Tanrı’nın burasını ‘Nil ve Fırat arası’ olarak tarif ettiğini de kurguladıkları Tevrat’a yazmışlardır. Ülkemizdeki Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Siirt, Adıyaman da bu sınırlar içindedir. Bu yazılanlar nedeniyle Filistin ve çevresindeki toprakların Nil’den Fırat’a kadar Allah tarafından kendilerine verileceği inancı, Hz. Musa’dan bin yıl sonra yazılan Tevrat’ın sürgün mitlerinden biri olarak Tevrat’ta yer almış hem geçmişi yeniden şekillendirmiş hem de o günden sonraki Yahudi tarihini etkileyen ve kurgulayan ana unsur olmuştur. Bu mit, “Ve senin gurbet diyarını, bütün Kenan diyarını sana ve senden sonra zürriyetine, ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah’ı olacağım” (Tekvîn, 17/8; 15/18-21) sözüyle yer almıştır. Tevrat yazarları, kurguladıkları ülkeyi ‘Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, … senin soyuna verdim.’ (Tekvin 15) diyerek tanımlamış ve: ‘İbrâhim’e, İshak’a Yakub’a vermek için yemin ettiğim(?) diyara sizi getireceğim ve onu size miras olarak vereceğim” (Çıkış, 6/2-8) sözleriyle geçmişi de kurgulamışlardır. Bu bölge, kurgulanan Tevrat’ta “Kenan diyarı” (Tekvin, 11/31; 17/18; Çıkış, 6/4), “diyar” (Tesniye, 26/15; İşaya, 57/13), “gurbet diyarı” (Tekvin, 17/8), “memleket” (Tekvin, 26/2-3), “iyi ve geniş diyar” (Çıkış, 3/8), “süt ve bal akan diyar” (Çıkış, 3/8; Levililer, 20/24; Tesniye, 11/9; Yeremya, 11/5; 32/22; Hezekiel, 20/6, 15), “bütün memleketlerin süsü olan diyar” (Hezekiel, 20/6, 15) sözleriyle tanımlanmaktadır.
Tevrat’ta, Hz. Musa ile yapıldığı söylenen ve kendileri tarafından Tanrı ile aralarında ‘ticari bir şart’ gibi anlatılan ‘arz-ı mev’ud’ konulu (olmayan) bu ahit de esasında İsrailoğulları’nın altın buzağıya tapmalarıyla zaten bozulmuştur (Çıkış, 32). Kendi yazdıkları bu ifadelere rağmen Yahudiler daha sonra Hz. İsmail’i devre dışı bırakarak arz-ı mev’ud vaadinin yalnızca Hz. İshak ve onun zürriyetine ait olduğu düzeltmesini de yapmışlardır. (Tekvin, 21/12).
Ancak çok ilginçtir Tanrı katında ‘seçkin kavim’ oldukları için kendilerine ‘arz-ı mev’ud’ vereceğine inandıkları Tanrı, Tevrat’ta Yahudilere şu sözlerle hakaretler etmektedir: “sert enseli/anlayışı kıt bir kavim” (Çıkış, 32/9; 33/3; 34/9; Tesniye, 9/6, 13); ‘Mısır diyarından çıktıkları günden beri Rabbe âsi olmuşlardır’ (Tesniye, 9/7); haksızlığı yüklenmiş olan toplumdur, kötülük işleyenlerin soylarındandır. Tevrat’ı/ahdi bozmuşlardır. (Tesniye, 31/16, 20; Yeremya, 11/10).
Kur’an’da anlatılan elçilerin hayatlarıyla ilgili ayetleri, tahrif edilmiş Tevrat kurgularına göre anlamak ve yorumlamak büyük bir yanlıştır. Eğer Tevrat’ın söyledikleri doğru kabul edilirse bugün Filistin’de azgın-terörist-Siyonist Yahudilerin yaptıklarını da doğru kabul etmek gerekir. ABD başta olmak üzere Avrupa’nın tüm güçlü ülkeleri, (Yahudilerden başka herkesi eşek kabul eden) Yahudilerin uydurdukları Tevrat’a inandıklarından dolayı, tüm güçleriyle tam da Tevrat’ta söylendiği gibi bölgede kim varsa hepsini öldürerek her yöntemle yok ederek Yahudilerin Filistin topraklarına gelmesini desteklemektedirler. Siyonist, işgalci ve terörist Yahudiler eliyle Filistin’de uzun süredir yaşanan korkunç işgal, soykırım, terörizm de bu kurgu tarih ve uydurulmuş ‘arz-ı mev’ud’ mitini sürekli tekrarlayan muharref Tevrat dinin bir sonucudur.
Bir Müslüman’ın muharref Tevrat’ın bu sapkın görüşlerini kabul etmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an’ın, Tevrat ve İsrailiyyat rivayetlerinin güdümünde anlaşılıp yorumlanmasından bilinçlice vaz geçilmelidir. Çünkü Kur’an, Yahudilerin Tevrat’ı bozduklarını, anlamlarını değiştirdiklerini açıkça haber vermektedir (Nisa 4/46; Maide 5/13)
Bir yalanı uydurmaktan daha kötüsü uydurulan bir yalana inanmaktır. Bundan daha kötüsü ise uydurulan bir yalana ilahi bir buyrukmuş gibi inanmaktır. Bugün yüzbinlerce kişinin durumu budur. Çünkü ister doğru ister yanlış olsun inanç, o uğurda yapılan her kötülüğü meşru, çekilen veya çektirilen her acıyı kutsal kılma gücüne sahiptir. Şu anda Filistin’de, Yahudiler eliyle azgınca ve sapkınca sürdürülen soykırım, kutsanmış bir yalan uğruna insanlara sınırsızca zulmetmekten ibarettir.
Günümüzdeki Yahudi Devleti: Geçmişte Yahudiler Tevrat’ta sürekli tekrarlanan bu vaade rağmen Filistin’de hiçbir zaman 80 yıldan uzun ömürlü devlet kuramamışlar, kurdukları devlet hep yıkılmıştır. Yahudilerin 80 yıldan uzun süre devlet olamadıkları bir bölgenin, Tanrı tarafından kendilerine ‘vaat edilmiş topraklar’ olduğunu söyleyerek yıllardır orada yaşayan Filistin halkını öldürmeleri, onlara ait her şeyi gasp ederek onların ülkesine yerleşmeyi dini bir vecibe olarak gerçekleştirmeye çalışmaları Yahudilerin sınırsız zulmüne neden olan bir sapkınlıktır. Günümüzde ise Yahudiler, mevcut kurguların etkisiyle oluşturulan ‘arz-ı mev’ud’u önce Filistin, sonra da bütün yeryüzü şeklinde yorumlamışlardır. Siyonizm hareketinin ortaya çıkış sebebi de arz-ı mev’ud amacının yani kendilerini insanlığın efendileri olan ‘seçilmiş kavim’ sayan Yahudilerin tüm insanlığa egemen olmak, tüm dünyayı amaçları doğrultusunda kullanmak/köleleştirmek isteklerini gerçekleşme çabasıdır. Bu amaçlarının iki basamağı vardır: 1. Büyük İsrail, 2. Dünya Hâkimiyeti. Siyonizm, bu davanın siyasal kimliğe bürünmüş adıdır. Bu nedenle Siyonizm ve Siyonistlerin ‘arz-ı mev’ud uydurması’ tüm insanlık için büyük bir sorun ve tehlikedir.
ABD Seçiminin Tarafları | Hamza Er
07.11.2024
DİN VE DEVRİM / Muharrem BALCI
14.10.2024
Direnişin Cesur Lideri Şehid Oldu..
18.10.2024
Tarih böyle alçaklık görmedi
16.10.2024
Söz mü Eylem mi.. Nereye? CAVİT OKUR 20.10.2024