metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

ALMANYA’DA HİÇBİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ TOZPEMBE DEĞİL!

AYTEN DURMUŞ
06.08.2022

(Almanya-Bremen, Hannover, Dortmund, Rheinland-Pfalz)

Almanya’da bulunduğum sürede yüz yüze ve zoom üzerinden hem Almanya’nın farklı kentlerinde hem de Türkiye’de yaşayan arkadaşlarla programlar yaptık. Bu yazımda programlarımız sırasında ve daha sonra yaptığımız görüşmelerde birbirinden çok farklı yaş, iş ve konumlarda yıllardır burada yaşayanların görüş ve düşüncelerini paylaşmak istiyorum.

Almanya’da Genel Hayat:

Zoom üzerinden yaptığımız bir programda Almanya’da yaşayan katılımcılardan biri dedi ki: ‘Neden bilmem, buradan Türkiye’ye gidenler Almanya’yı tozpembe anlatıyorlar. Oysa gerçek böyle değil.’ Bir süre bu konudaki görüşlerini açıkladıktan sonra dedi ki: ‘Bize diyorlar ki: Madem Almanya o kadar da iyi değil neden oradasınız, çıkıp gelin o zaman.’ Ben bu söze cevap vermek istiyorum. Bizler ya çocukken buralara gelmiş ya burada doğup büyümüş ya da evlilik yoluyla gelmişiz.  Burada tutunmaya çalışmışız; çalıştığımız işlerde geçen yıllarımız, bu iş nedeniyle kazandığımız bazı haklar, çocuklarımızın okumaya devam ettiği okullar ve edinmeye çalıştıkları meslekler gibi nedenlerle istesek bile Türkiye’ye dönmekte zorlanıyoruz. Çünkü tüm bu açılardan uyum sorunumuz var. Biz buradaki sistemde bir takım haklar elde etmişiz. Türkiye’ye döndüğümüz takdirde, hem bunları kaybedeceğiz hem de hayata yeniden nasıl ve nereden başlayacağımızı bilemiyoruz. Ama kimse de demesin ki Almanya güllük gülistanlık. Şunu söyleyebilirim; hayat Almanya’da da en az Türkiye’deki kadar zor hatta son yıllarda Türkiye’den bile zor.’

Türklerin yaptıkları işler konusundaki görüşler:

I. Kuşak: Almanya, yıllar önce Türkiye’den isteyip getirttiği işçilere, Alman halkından kimsenin yapmak istemediği işleri vermişler. Örnek: Fabrikalar ve tüm işletmeler başta olmak üzere tuvalet temizliği, işletmelerin temizliği, park, bahçelerin ve sokakların temizliği; uzun dönem yer altında kalmayı gerektiren maden işçiliği, bazı iş yerlerinde insan sağlığını kötü etkileyecek limanların bazı bölümlerinde, gemilerin bazı bölümlerinde, işletmelerin bazı bölümlerindeki işçilik; kentlerden uzak yaşamayı gerektiren yol işçiliği; tarımsal işletmelerde işletme sahibinin yapmak istemediği pis ve ağır işlerin işçiliği gibi. Almanya’nın genelinde işçiler sabah saat 5 ila 6 arasında işbaşı yapıyor ve iş yerlerinin çoğunda sistem bant usulü olduğundan işçiler 8 saat ayakta durarak çalışıyorlarmış. İşin niteliği dışında ‘oturmanın yasak’ olduğu bu iş yerlerinin şartları da çok farklı hastalıklara neden olmuş. Yemek ve ulaşım, işyerlerinin ilgilenmediği, çalışanın kendisini halletmesi gereken iki konu imiş. Bu ve benzer işlerde çalışan yüzlerce kişi, iş yerlerine yakın barınaklarda koğuş usulüyle balık istifi yaşamak durumunda kalmışlar. Bu işçiler çocuklarını ve eşlerini getirmek istediklerinde, kendilerine 45 metre karelik evler vermişler. Bu işçilerin eş, çoluk çocuk ömürlerinin uzun yılları, aynı katta, bodrumda veya bahçede bulunan banyo ve tuvaletleri herkesin ortak kullandığı 45 metre karelik bu evlerde geçmiş. Bu işçiler, buralara ilk gelen ve kendine biraz tarla alıp bir ev yapabilecek, bir iş kurabilecek parayı kazandıktan sonra Türkiye’ye dönmeyi düşünen ‘tek dilli’ insanımızmış. Fakat bunların büyük bir kısmı için geri dönüş hep bir hayal olmuş. Bunlar, kendilerini hiçbir açıdan eğitip geliştirmemişler, köylerinden-kasabalarından nasıl gelmişlerse öylece kalmışlar hatta konuşmaları bile geldikleri yerin şivesiyle kalmış. Bu kuşak, toplumun en yoksul en çaresiz kesimi olduğundan, inançları ve değerleri adına Alman devletinden hiçbir talepleri olmamış. Her gün uzun uzun çalınarak kulakları tırmalayan çan sesi her yerden duyulabilirken; 5 milyon civarında Türkiyeli ve sayısı belirsiz başka ülkelerden gelen Müslümanın bulunduğu Almanya’da ‘ezan sesi’, ‘gürültü kirliliği’ kabul edildiğinden yasaklanmış.  İlerleyen süreç içerisinde bu ilk kuşak: 1. Evlerde bir araya gelenler; 2. Kahvelerde bir araya gelenler; 3. Cami ve mescit olarak kullanılabilen yerlerde bir araya gelenler olarak ayrılmışlar.

II. Kuşak: Bunlardan sonra bu işçilerin Türkiye’deki eş ve çocuklarını getirmeleri, çocuklarını Türkiye’den evlendirerek getirdikleri gelinler ve damatlar yoluyla yeni bir kuşak ortaya çıkmış. Bunlar, burada kalmayı düşündüklerinden Almancayı öğrenmeye, Alman vatandaşı olmaya çalışmışlar. Çocuklarının burada en güzel eğitimi alabilmelerini sağlamak için mücadele veren bir babanın cümlesi şöyleydi: ‘Almanlar, tuvalet, sokak, park temizlikçisi ya da madenlerde ve başka ağır işlerde çalıştırmak üzere getirdikleri Türklerin çocuklarının yani tuvalet yıkayanların çocuklarının en iyi üniversitelerde okumalarını istemediler. Bizim en zeki çocuklarımızı dahi, onlara basit meslek kazandıracak ve Alman toplumunun sevmediği, zor veya pis bulduğu işleri yapacak hatta Alman toplumunun hastalarına, engellilerine, yaşlılarına hizmet edecek mesleklere yönlendirdiler. Bu kuşağın yönlendirildiği mesleklere genel olarak baktığınızda bunu açıkça görebilirsiniz.’ İşte Almanya’da yaşayan bu kuşak az-çok kimlik bilincine sahip, aidiyet duygusu olan ‘iki dilli’ insanımızmış. Bunların yüreklerinde hep bir Türkiye sevdası var, tatil olduğunda Türkiye’nin şartları ne olursa olsun, büyük bir özlemle Türkiye’ye gidiyorlarmış ama bunların geri dönmek gibi bir hayali olmamış hiç. Bunlar belli oranda varlıklı olsalar da temel değerlere yeterli oranda sahip olmadıklarından: 1. Evlerde bir araya gelenler; 2. Kahvelerde bir araya gelenler; 3. Cami-mescit gibi yerlerde bir araya gelenler; 4. Disko, meyhane, kumarhane vb. yerlerde bir araya gelenler olarak ayrılmışlar.

III. Kuşak: Bunlardan sonra gelen ve ilk andan itibaren Alman okullarında Alman eğitim sisteminden geçirilen üçüncü kuşak ise çoğunlukla kendisini bir Alman kabul ediyormuş. Bunu sorduklarımdan ben de aynı cevabı aldım. Bunlar, anne-baba-kardeşleriyle daha çok Almanca konuşup anlaşabiliyorlarmış. Türkçeyi, özel istekleri varsa özel bir çabayla öğrenenleri de varmış. Bunlardan çok az denilebilecek bir kısmı çok çalışarak daha iyi okullarda daha iyi eğitim görebilmiş. Türkiye ile ilgili durumlar onları pek de ilgilendirmiyor. Bunların çoğu Türkiye ve Müslüman-Türk olma konusunda anlamlı bir aidiyet duygusu olmayan; ‘tek dilli’ o da Almanca olan insanımızmış. Türkiye, onlar için herhangi bir ülke. Tatil geldiğinde özlemle Türkiye’ye gitme bir istekleri yok, kendileri için gidebilecek yerler arıyorlar. İmkânı olduğu halde yıllardır Türkiye’ye hiç gelmeyenleri de var. Yanında olan kızı Alman sistemi içinde eğitim alan bir anne: ‘Kızım kiliseyi görünce dedi ki: Anne kiliseye girelim. Ben de merak ediyor, diye düşündüm ve birlikte kiliseye girdik. Girdikten biraz sonra tahta sıralarda oturan kızım dedi ki: ‘Burada huzur buldum.’ Ne diyeceğimi bilemedim. O günden sonra abisi, ablaları farklı nedenlerle camiye giderken ya da ben giderken onun da gitmesini sağlamaya çalıştım.’ dedikten sonra bazı ayrıntıları girdi ve şöyle dedi: ‘Ama hocam, burada her grubun camisi-mescidi, tüm Müslümanlara değil yalnız kendilerine ait olduğundan, gelen çoluk çocuğa Kur’an’ı öğretmek yerine hepsi kendi görüşünü empoze etmeye çalışıp birbirleriyle uğraşmaktan Kur’an’ı öğretmeye vakit bulamıyorlar.’ Maddi anlamda biraz daha varlıklı ancak kendilerini ayakta tutacak yeterli değere ve manevi birikime sahip olmayan bu yeni kuşak: 1. Burada bulunan gruplar eliyle fırkalara ayrılanlar; 2. Bu grupların anlamsız mücadelesi sonucu hepsinden ve İslam’dan uzaklaşanlar; 3. Evlerde bir araya gelenler; 4. Kahvelerde bir araya gelenler; 5. Belli bir görüşün uhdesindeki cami-mescit gibi yerlerde bir araya gelerek diğer gruplarla uğraşanlar; 6. Disko, meyhane, kumarhane, uyuşturucu kullanılan yerlerde bir araya gelenler; 7. Sivil Toplum Kuruluşlarında bir araya gelenler; 8. Tamamen Almanlaşıp Türklük ve Müslümanlık bilincini tamamen kaybedenler olarak ayrıldılar.  

Kayıp Kuşak: Alman hükumetinin bir Almanlaştırma politikası da herkesçe bilinmektedir. Bunu iki şekilde yapmaktalar: 1. Üstü örtük Almanlaştırma, 2. Açık Almanlaştırma. Bu duruma örnek istediğimde, konudan söz edenler şunları söylediler: 1. Üstü örtük Almanlaştırma: Adından da anlaşılabildiği gibi, bu yöneliş, Alman sistemi ve kültürünün üstünlüğünün kabul ettirilerek benimsetilmesi. 2. Açık Almanlaştırma: Bu da çocukların gasp edilmesidir. Almanya’da her yıl 2000’in üzerinde Türk çocuğu, ailelerinden farklı nedenlerle alınıp bir daha hiçbir şekilde gösterilmiyor, kendileri hakkında bilgi de verilmiyormuş. Elbette bu durum, ele alınması, mücadele edilmesi ve çözüm bulunması gereken büyük bir zulümdür. Mesela: Bir çocuk düşer ve anne hastaneye götürürse derhal ‘anne şiddet uyguladı’ denilerek çocuğa el konuluyormuş. Bu çocukların özellikle çok küçükleri Hıristiyan ailelere evlatlık veriliyormuş. Bir de okullar yoluyla gasp edilen çocuklar varmış. Mesela: Anne veya baba, çocuğa ‘Diskoya gitme’ derse çocuk da polise telefon ederse veya çocuk evden çıkıp polise giderse polis ailenin çocuğa baskı uyguladığını, özgürlüğünü kısıtladığını söyleyerek çocuğu alıyor ve o andan sonra bu çocuğun nerede ve nasıl olduğu hakkında aileye hiçbir bilgi verilmiyor. Bunu sağlamak için ilkokuldan itibaren özellikle yabancı çocuklara böyle durumlarda hangi polis numarasını arayacakları öğretiliyormuş. Bu şekilde ailelerinden koparılan kayıp çocukların net sayısını bile söylemek mümkün değil’ Bana bunları anlatan ve 40 yıldır Almanya’da çalışan bir mühendis, Alman devletinin bu ve benzer yöntemlerle, yaşlanan ve gençleri de çocuk yapmak istemeyen Alman toplumunun nüfus ihtiyacını karşılamaya çalıştığı görüşünde olduğunu söyledi. Burada doğup 46 yıldır burada yaşayan şirket sahibi bir başka beyefendi ‘Buradaki soydaşlarımızın %99’u diyeceğim ama hadi neyse %90’ı diyeyim, milli ve manevî değerlerini kaybetmiş durumda. Kendini bulmaya çalışan bazıları da Türkiye’den buraya aktarılan fırkalaşmış görüşler elinde İslam’a hiç de uygun olmayan bir kişilik sahibi oluyorlar’ dedi. Burada görüştüklerimden bazıları burada buharlaşan bir başka ‘kayıp kuşak’tan söz etti. Şöyle ki: Burada yaşayan pek çok aile, değerlerini kaybederek bir serseri haline gelen erkek çocuklarını, ‘Belki evlenip sorumluluk yüklenirse aklı başına gelir, eve bağlanır’ umuduyla oğullarının buradaki yaşamı bilmeyen Türkiye’den ailelerin kızlarıyla evlendirmişler. Bu kızların çoğu, ailelerinin ‘Kızım yoksulluktan kurtulur’ diyerek evlendirdiği akrabadan veya yabancılardan kızlarmış. Bu kızlar Almanya’ya geldiklerinde, hiçbir sorumluluk üstlenmeyen, hiçbir işte çalışmayan, çoğu günler eve gelmeyen bir serseriyle evlendiklerini fark etseler de özellikle iletişimin şimdiki gibi kolay olmadığı yıllarda durumu ailelerine haber verememişler; dilini bilmedikleri bir ülkede kendilerine bir çıkış yolu bulamamışlar. Bazıları yıllarca eşinin düzelmesini beklemiş, bazıları da durumlarından şikâyetçi olunca baskı ve şiddet görmeye başlamış, gençliği, hayatı, kendisi harcanmış kızlarmış. ‘Ben de onlardanım’ diyenler de oldu. Bu durumdan söz edenler dediler ki: ‘Burada sayısı belirsiz ‘kaçak Türk gelin’ vakası var.’ Bu gelinler, yaşadıklarına dayanamayacak noktaya geldiklerinde çözüm veya geri dönüş için bir yol-yöntem de bulamayınca evden çıkıyor ve bir daha da kendilerinden haber alınamıyormuş.

Çalışma Hayatı: İş konusunda, yapılan bir yorumu paylaşmak istiyorum: ‘Şu anda Almanya’nın genelinde bir Türk’le bir Pakistanlı iş başvurusu yapsa işe Pakistanlı; bir Türk’le bir Afgan iş başvurusu yapsa işe Afgan; bir Türk’le bir Arap iş başvurusu yapsa işe Arap; bir Türk’le Balkan ülkelerinden biri iş başvurusu yapsa işe kesinlikle Balkanlardan olan alınır. Şu anda Ukraynalı göçmenlere verilen haklara ise sınır yok. Hatta son yıllarda daha önce olmayan bir yaklaşım da şu: Yetenekli ve çalışkan olduğu için daha önceden Almanya’da kalması istenen Türklere dahi çalıştıkları yerlerde adeta ‘Burada kalıcı olamayacağınızı unutmayın’ tavrı söz konusu.’ Bunun nedenini sorduğumda birkaç cevap aldım. Bunlar şöyle: ‘Türkiye güçlendikçe Almanya başta olmak üzere tüm Avrupalı ülkeler Türkiye’ye öfkeleniyorlar. Bu ülkelerin tamamında çok öncelerden beri PKK mensupları ve yandaşı kuruluşlar; 15 Temmuz sonrasında ise FETÖ mensupları, çok açık bir şekilde her türlü devlet desteğiyle korunuyor, güçlendiriliyor. Bir de Türkiye’den gelip burada kalabilmek için: ‘Biz Aleviyiz, Caferi’yiz, Şii’yiz ve Türkiye’de baskı altındayız’ diyenlere, Alman devleti gereken imkânları sunuyor. Yani yeter ki bir kişi Türkiye’nin karşısında olsun, Avrupa’nın pek çok ülkesinde doğrudan veya dolaylı desteklenir. Yani Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girmesi için bu ülkelerin Türkiye’nin terörist kabul ettiği kim varsa ülkelerinden temizlemesini şart koşuyor ama esasında tüm NATO ülkelerinde bunların hepsi her şekilde korunmakta, kollanmakta, beslenmekte, bunlara iş alanı açılmakta, ihale almaları sağlanmakta, finans açısından desteklenmekteler.

Almanya’da kazandığını, burada yatırıma dönüştürmek isteyenler için imkânlar daha iyi hale getirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle bazı ticaret yolları Türkler için biraz daha açıktır. İşe girme konusunda ise pek çok iş yeri, adından veya soyadından Türk olduğunu anladıkları kişiyi, o sahada en iyisi, en eğitimlisi olsa da tercih etmezler. Bu, pek çok işyeri ve zincir mağazalarda böyledir. Başörtülü kadınlar söz konusu olduğunda ise bu dışlanma ve reddedilme daha fazladır.

Sağlık Sistemi: Bu konuda şunları söylediler: Türklerin buraya ilk geldiği yıllarda buranın güzel bir sağlık sistemi vardı. Fakat şu anda bu sistem çöktü. Hatta denilebilir ki sağlık sektörü şu anda Türkiye’nin yirmi yıl gerisinde. Örnek: Hasta, yeni bir doktordan en erken bir hafta sonraya, tanınmış bir doktordan en erken bir ay sonraya randevu alabilir. Psikiyatr veya psikologlardan en az üç-dört ay sonraya çoğu zaman altı ay sonraya randevu alınabiliyor. Pek çok branşta, randevu başvurusuna üç veya altı hafta sonra cevap veriliyor; randevu da ancak altı ay sonraya verilebiliyor. Bir üniversite öğrencisi dedi ki: Ben 10 psikiyatra yazdım, hepsi doluydu. On hafta sonrası için yeniden yaz, dediler. Diğer dallarda da randevuya vaktinde gittiğinde birkaç saat beklersin; seni içeri aldıklarında da orada ayrıca bekleyebilirsin. Doktor gelir ve sana en fazla bek dakikasını ayırır.’ Kalp hastası birisi de dedi ki: ‘Ben randevu istedim 6 ay sonraya randevu verdiler’. Buradaki herkes, Türkiye’nin sağlık sisteminden hayranlıkla söz ediyor. Sağlık sektöründe çalışanlar, Almanya’nın çok uzun süredir görünür olan doktor ve hemşire açığını, başka ülkelerden kapatmaya çalışmasına rağmen yeterli hizmeti veremediğini de söylediler. Kariyerini yapan bir doktor şöyle dedi: ‘Burada 48 saat nöbet tutmanız bile söz konusu olabilir. Doktor başına 10 hasta, 20 yıl önceydi. Şu anda bir doktordan randevu almanız 3 ay sürüyor. Şu anda dört hafta bir gün bile izin almadan çalıştığımız olmakta.’ Bazı doktorlar, Almanya’nın sağlık sisteminin yeni değil 10 yıldan beridir çökmekte olduğunu, Almanya’nın gereken tedbiri almaması nedeniyle bu çöküşün sürdüğünü söylediler.

Burada yaşayanlar, genel olarak Avrupa’nın hava alanlarında, çok uzun zamandır ciddi sorunlar olduğunu, tıkanmalar yaşandığını, yer hizmetlerinin verilemediğini de söylediler. (Ben de buraya gelirken havaalanına indiğimde, başka ülkeden gelenlerin valizlerini vermişler, bir saat herkes bekledi sonunda fark ettiler, dönüp duran tüm valizleri alıp bir süre sonra Ankara uçağının valizlerini vermeye başladılar. Yani en fazla 15 dakika sürmesi gereken valiz alma süreci için iki saatten çok beklemek zorunda kalmıştım.) Almanya’da yaşayanlar her şeye salgınla birlikte %200 zam yapıldığını söylediler. Benim de Almanya’da olduğum bugün ise buraya ve tüm evlere doğalgaza %40 zam yapıldığını bildiren bir mektup geldi. Bundan önceki zam da daha birkaç ay önce yapılmış. Havaalanlarındaki sorunların da toplumun genelinde yaşanmakta olan sorunların son halkası olduğunu söyleyen bazıları da Almanya’yı genel olarak önceki durumuyla karşılaştırarak 1980’li yıllarda Avrupa’nın parlayan yıldızı olarak gücünün ve gelişmişliğinin zirvesinde olan Almanya’nın artık gerilemeye ve çökmeye başladığını ifade ettiler. (Esasında bu tespit İbn Haldun’un devletler teorisine göre de doğrudur.)

Bu değerlendirmeleri yapanlar, Almanya’da artarak yaşanmakta olan ve herkesin hissettiği pek çok soruna rağmen bazılarının Almanya ile Türkiye’yi karşılaştırıp Türkiye’nin gelişme çabasını, değişimini, iyi ve güzel hiçbir yanını görmeden Türkiye’yi karalamaktan bıkmayanların PKK ve FETÖ bağlantılı kişiler olduğu görüşü de burada yaygın bir görüş olarak dile getiriliyor. Uzun yıllardır burada yaşayanlar ve Almanya’nın farklı yüzlerini de iyi bilenler, bu karşılaştırmayı Türkiye lehine yapmaktalar. Ancak bu karşılaştırmayı yapanların çok anlamlı bulduğum şu tespitlerini de paylaşmak istiyorum: ‘Türkiye, her gidip geldiğimizde fark ettiğimiz ve mutlu olduğumuz büyük bir gelişme ve ilerleme kaydetti. Ancak edep, terbiye, nezaket, hoşgörü, toplumsal kurallara uyma, başkalarının haklarına-milli ve manevi değerlere saygı gibi konularda insanımızın aynı oranda gelişip ilerlediğini söylemek mümkün değil. Özellikle çok ağır, zor ve uzun bir eğitimden geçirilerek yetiştirilen ve çalışma şartları ağır zor olan tıp doktorlarına karşı saldırganlığın medyaya yansıyan boyutunu, üzülmekten öte dehşet içinde izliyoruz. Tabi bunun sonucu olarak son bir-iki yılda Türkiye’den 6000’in üzerinde tıp doktorunun ülkeden ayrıldığını öğrendik. Doktorluk zor bir eğitim olduğu için tüm Avrupa ülkelerinde doktor eksiği vardır. Bu nedenle bir sürü alanda eğitim denkliği konusunda yabancılara engeller çıkaran Avrupa ülkeleri, kendi dillerini öğrenmesini yeterli görerek yabancı doktorları hemen atamaktadır. Yaşanan sorunlar karşısında gerekli devlet desteğini görmeyen doktorların ülkeden ayrılması en hafifiyle hem kalifiye eleman hem de ciddi bir beyin göçüdür. Bunun sonucunda ülkemizin emek ve harcama yapıp yetiştirdiği doktorlar, yabancı toplumlara hizmet eder duruma geliyorlar. Devletimiz bu konuya derhal el atmalı, eğitim sistemimiz de bu konulardaki sorunları gidermek için gerekeni yapmalıdır.’ (Bunlar da benim önerdiğim ‘Sosyal Terbiye Dersi’ dersi içerisinde eğitimi verilmesi gereken konulardır.)

Eğitim Sistemi: Öğrenciler kendilerine gösterilen okullarda, ulaşımı kendi imkânlarıyla sağlayarak okuyorlarmış. Servis, çok özel durumlarda söz konusu imiş. Türk öğrenciler, onuncu sınıfta biten ortaokuldan sonra daha çok mesleki eğitime yönlendiriyorlarmış. Bu konuda öğrenci görüşlerinin özeti de şöyle: Alman eğitim sistemi, burada doğup büyüyen Türk çocuklarını, üstü örtük bir şekilde, daha önceden Almaların yapmadıkları işlerde çalıştırılmak üzere getirilen anne-babalarının yaptıkları işleri yapacak şekilde bir eğitime yönlendirmeye çalışıyorlar. Dile getirilmeyen bu isteğin bir sonucu olarak daha ilkokuldayken pek çok öğretmen özellikle Türk çocuklarına: ‘Bu ancak meslek edindirecek alt bir okula gidebilir’ şeklinde ırkçı görüşler vermişlerdir. Ancak sonraki yıllarda bu öğrencilerin, öğretmenlerin ‘Okuyamaz’ dedikleri okullarda okudukları ve çok başarılı oldukları da görülmüştür. Bunlardan, ilkokul öğretmenin ‘Okuyamaz zihinsel engelli çocuklar okuluna gitmesi gerekir’’ dediği bir Türk kız öğrenci Hannover Tıp Fakültesinde okumuş ve beyin cerrahı olmuş. Daha da güzeli Bremerhaven’de yaşamakta olan bu öğretmen hastalanıp hastaneye getirilip ameliyat edildikten sonra uyandırıldığında, karşısında yıllar önce ‘okuyamaz’ dediği ve hala Almanya’da çalışmakta olan kız öğrencisini görünce gözyaşlarını tutamamış. (Beyin cerrahı olan bu doktor hanım, Türkiye’ye dönmek istemiş ve diploma denkliğini sağlamış. Ancak kendisine yeni uzmanlık almış birisi gibi ‘zorunlu görev’ ataması olacağını söylediklerinde yeniden Almanya’ya dönmüş ve şu an Rheinland-Pfalz’da mesleğini sürdürmektedir.) Bu doktor hanım, Alman doktorların çoğunu İskandinav ülkelerine gittiğini, ülkede görev yapan doktorların çoğunun yabancı olduğunu da ifade etti. Hukuk okuyan bir kız öğrenci ise ‘Burada, eğitimin her kademesinde Almanlar genel olarak Alman olmayan herkese karşı ırkçılık ve ayrımcılık yaparlar ancak Türkler söz konusu olduğunda ırkçılık ve ayrımcılık kat kat fazladır.’ dedi. Nedenini sorduğumda ‘Biz Türk olduğumuz için’ dedi. ‘Yani?’ dedim. Dedi ki: ‘Biz unutsak ve bizim için bir anlamı olmasa bile onlara göre biz Osmanlıyız, Osmanlı torunlarıyız’. Burada yetişen bir anne, oğlu da bizimle otururken onun lise yıllarını anlattı. Çalışkan bir öğrenci olan oğlu okuduğu meslek okulunda, sürekli en düşük notu alır ve annesine sınav kâğıdının tam not alacak şekilde olduğunu ısrarlı bir şekilde söyler. Anne, oğluna, sınav kâğıtlarından eminse okula gidip müdürüyle görüşeceğini söyleyerek gider ve şikâyetini iletir. Öğrencinin sınavları yeniden incelenir ve gerçekten de söylediği gibi tüm kâğıtlarının tam not alacak şekilde olduğu görülür. Öğretmen, öğrencinin sınav kâğıdına değil yalnız adına bakarak not vermiş. Bu öğrenci, orada okumaya devam etmiş ve okulu birinci olarak bitirmiş.

Irkçılık: Bu konuda da öğrenciler ve çalışanlar şunları söylediler: Almanya’da her konuda ırkçılık vardır ve bunu kimse inkâr edemez. Buna rağmen Türkler burada hiçbir üst kademeye gelemez de denilemez. Buraya ilk gelen Türkler hayatın her alanında görülen ağır bir ırkçılıkla karşı karşıya kalmışlardır. Bugün de aynı durumlar vardır. Türk çocuklarının eğitim tercihlerinde daha da belirgin olan bu ırkçı yaklaşımlar, Almancayı anadil olarak öğrenip yetişen son nesilde biraz daha azalmıştır. Buradaki polislerin Türklere karşı davranışı her zaman çok serttir, herkesin polisten ödü kopar. (Bu sözleri dinlerken, Almanya’da yetişip ülkemizde milletvekili olan birinin bir sorun nedeniyle bir eli cebinde diğer elinin işaret parmağını salladığı polise: ‘Terbiyesiz, terbiyesizlik etme’ sözüne karşılık polisin de ona  ‘Sensin terbiyesiz’ sözleri ve bu durumun medyadaki yanlı ve eksik değerlendirmelerini hatırladım. Bu olaydan söz ettiğimde burada yaşayanlara dediler ki: ‘Mümkün mü burada öyle diyebilsin?’) Sık sık camilerin içine ve önlerine kesilmiş domuz atma, duvarlarına ırkçı sözler yazma, daha başka yöntemlerle tehdit etme durumları da söz konusudur.  Buradaki yabancılar, kendilerinin Almanlarla eşit tutulmasını beklemezler. Bu ülkede, evet ırkçılık var hem de çok açık bir şekilde.

Mülteciler: Almanya’da, iltica hakkı isteyerek gelen ve toplu olarak yerleştirilen Suriye, Irak, İran, Afganistan gibi ülkelerden gelenlerle karşılaştırıldığında Avrupa birliğinden gelen göçmenlere daha iyi gözle bakılır, her türlü hak ve imkân verilir. Örnek: Ukraynalılar geldiğinde göçmenler için yapılan yeni ve düzgün evlerdeki tüm göçmenler bu evlerden çıkartılarak buralar Ukraynalılara verildi; diğerleri ise daha kötü yerlere geçirildi: Onlara verilen evler en fazla 45 metre karedir. Eğer aile kalabalıksa mesela on kişilik, bu durumda iki tane verilebilir. Suriye, İran, Irak, Afganistan gibi yerlerden gelenlere, eğitimlerine göre iş verilmez çünkü onların eğitimlerini Almanya eğitim kurumlarıyla denk kabul etmezler. Bu nedenle, ülkelerinde en iyi eğitimi almış kişiler, burada eğitimsiz bir kişi gibi kabul ediliyorlar. Ancak Ukrayna’dan gelenlerin eğitimi kabul ediliyor, gençleri de ‘belge sunmadan ve not ortalamasına bakılmadan’ istediği okula girebiliyor. Ukrayna’dan gelenlere, eğitim konusunda sınırsız hak verildi. Bu da Almanya’nın mülteciler arasındaki ayrımcılığının açık örneğidir. Örnek: Ukrayna’dan gelen bir kadın ülkesinde öğretmense, Almanya’da da öğretmenlik yapabiliyor ancak Suriye’den gelen mülteci bir kadın ülkesinde öğretmense Almanya’da aynı okulda ancak temizlik görevlisi olarak çalışabiliyor. Ancak sağlık personeli azlığı nedeniyle öğretmenlik ve diğer bölümlerinin diploma denkliğini kabul etmedikleri üniversitelerin tıp fakülteleri ve hemşirelik okullarının denkliğini kabul ediyor ve atamak için Almancayı öğrenmelerini yeterli görüyor. Doktor eksikliği nedeniyle yaşanan sorunları bir doktor şu şekilde ifade etti: ‘Almanya’nın sağlık sistemi çok uzun süredir hastadır.’

Ücret Eşitsizliği: Burada kadınlar, aynı işi yaptıkları erkeklerden daha düşük ücret alıyorlarmış. Yani yaygın söylemle: ‘Eşit işe, eşit ücret’ alamıyorlarmış. Almanlar, evi erkek geçindirecektir, düşüncesiyle erkeklerin aynı işi yaptıklarında bile kadınlardan daha fazla ücret almasını doğal görmekte imişler. (Feminizmin neden Batı’da ortaya çıktığı, bu davranışa dahi bakılarak anlaşılabilmektedir.) Bu durum Almanya’da o kadar kanıksanmış ki kimsenin itiraz ettiği yokmuş. Tıpkı, medeniyetin zirvesinde sandıkları laik Batı’nın her dediğini kutsayarak tekrarlayan ve ‘güya eşitlik’ çığırtkanlığı yapan feministlerin, laiklerin kutsadıkları bu ve taklidi olan düzenlerde ‘kadının neden evlendiği her erkeğin/kaç kere evlenirse soyadını almak zorunda olduğunu, yine dokuz ay taşıyıp aylarca süt vererek bakıp büyüttükleri çocuklarına neden yalnızca erkeğin soyadının verildiğini dahi izah edemezler. Bu anlayış, kadını kocasının kaburgasından, onun için yaratılmış ve ona ait gören Tevrat’ın etkisindeki Yahudi ve Hıristiyan anlayışın doğal sonucudur. Ayrıca, Balkan ülkelerinden bazılarında bulunan Alman fabrikalarında çalışıyor gibi gösterilip Almanya’ya getirilerek çalıştırılan yabancı işçilere, aynı işi yapan Alman vatandaşlarının üçte biri kadar maaş veriliyormuş.

Çok uzun yıllardır Almanya’da yaşayan bir mühendis beyefendi şu açıklamaları yaptı: Hangi kurumda olursa olsun, aynı işi yapan bir kadın ve erkekten bir üst kademeye yükseltilecekse Almanlar %100 erkek olanı tercih ederler. Almanya’da evli erkeğin yükselme kapısı her zaman kadına göre daha açıktır. Çünkü kadın gebeliği ve doğum sürecinde evde kalabilecektir. Çalışırken aklı çocuğunda kalacak ve işine yoğunlaşamayacaktır, diye bakıldığı için erkek tercih edilir. Önceden birisini işe alacakken, ‘Önümüzdeki beş yıl içinde evlenmeyi düşünüyor musunuz? Önümüzdeki beş yıl içinde çocuk yapmayı düşünüyor musunuz?’ gibi sorular sorulurdu. Şu an bu iki soru yasaklanmış durumda. Çünkü kurumlar, evlenecek ve çocuk doğurmak isteyecek kadınları, işi sekteye uğratacağı için istemiyorlar. Almanya, 1975 yılına kadar çalışmak isteyen kadınlara, kocalarının izin vermesini şart koşmuş. Şu anda ise devlet, kadınların iş bulabilmesi için büyük iş yerlerine bir yüzde getirmiştir. Bu kurumlar, belli sayıda engelli ve kadın çalışan istihdam etmek zorundadırlar.

Özetle, Almanya’nın Türkler için söz konusu olan diğer yüzünü anlatanlara göre burasının durumu için bizim şu atasözümüz uygun olur: Dışından gördüm bir yeşil türbe, içine girdim estağfur tövbe…

Yorum Ekle
Yorumlar (4)
AHMET YAHYA | 07.08.2022 04:43
Rabbim ilminizi,feyzinizi,ilhamınızı müzdad eylesin Hocam.Var ol
Yıldız Şenoğlu | 06.08.2022 23:11
Almanya’yı pamuk şekeri modunda anlatıp zehirleyip duranlara , panzehir kıvamında bir yazı olmuş hocam tebrik ederim .
Teoman pamukçu | 06.08.2022 22:13
Çok ilginç bilgiler verdiniz sagolunuz
AHMET YAHYA | 06.08.2022 13:00
Sağ ol,var ol.Teşekkürler