metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Haberler / Kültür - Sanat

Şekip Arslan, Emperyalizme Karşı İslâmî bir Birlik fikrini Sürdüren İsim!

24.04.2018

Yazarımız Mehmet Yavuz AY'ın, Şekip Arslan'ın İslami mücadelesini ve hayatını ele alan yazı dizisinin ikici bölümünü ilginize sunuyoruz

 

İKİNCİ BÖLÜM  /  SAVAŞ VE SÜRGÜN

 

28 Ekim 1914’te Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Harbi’ne girdi ve Orta Doğu bir daha ebediyen eski haline dönmeyecek biçimde değişti. (s. 75)

 

(…) 1915 yazından Ocak 1918’de geri çağrılışına kadar, Cemal Paşa, idaresi altındaki topraklarda bir korku yönetimi kuruyor, Arapların önemli bir kesimini fikren Osmanlı hükümetinden soğutuyordu. (s. 76) (…) Ne var ki Cemal’in dinî inanışı ile yönetici yeteneklerinin bileşkesi hırs olmuş ve onu askerî birtakım kabadayılıklara itmiştir. (s. 78)

 

(…) 1914-1916 yılları arasında, (…) “dört” durum özel dikkat çekmiştir : Marunî ruhani liderine karşı takınılan tavır; sayısı yüzleri bulan Arap soylusunun Kudüs’e ve Anadolu’ya ihraç edilmesi; 1915 ve 1916’da Beyrut ve Şam’da Arap liderlerinin idamı ve açlığa karşı savaşın kaybedilmesi. (s. 81)

 

(…) Siyasî incelikten uzak olan Cemal Paşa, güçle sindirilen bir topluluğun sadık olmasa da sessiz olacağına inanıyordu. (s. 82)

 

(…) Şekip Arslan, Şerif Hüseyin’e çok kızıyordu. Çünkü kendisinin meşru İslâm Hilâfeti addettiği makama, Arapların isyan etmiş olmasına müsamaha edemiyordu. (s. 89)

 

(…) Arap isyanının zafere ulaştığı gün, yani Ekim 1918’de Faysal birlikleri Şam’a girdiğinde, Şekip Arslan, Berlin’de Osmanlı davasını temsile çalışıyordu.

 

(…) Mondros Mütarekesi imzalandığında Karadeniz’in dalgalarıyla boğuşarak payitahta doğru ilerlemektedir. (…) Nikolaev Limanı’nda harp sırasında İttihat ve Terakki Fırkası’na yaptıkları hizmetlerin kendilerini hapse mahkum edeceğini anlayarak İstanbul’dan kaçmakta olan, aralarında samimi dostu Abdulaziz Caviş’in de bulunduğu, bir gurup Arapla karşılaşır. Arslan, İngilizlerin istilâsı altındaki İstanbul’da kendi hayatının da tehlikede olabileceğini düşünerek siyasî mültecilere katılır ve Rusya üzerinden Berlin’e gitmek üzere zorlu bir yolculuğa başlar. Berlin’den İsviçre’ye gider ve orada yirmi sekiz yıl sürecek olan sürgün hayatının ilk yılını endişelerle dolu olarak geçirir. (s. 92)

 

(…) İTF’nin ana kadrosu, İtilâf devletlerinin işgalinden önce bir Alman gambotuyla İstanbul’dan kaçmışlardır. (s. 94)

 

(…) İTF mensupları Berlin’de Alman askeriyesinin koruması altındaydılar ve Bolşevik hükümetten de yardım alıyorlardı. Bolşeviklerle ilişkiyi başlatan, Rusya’nın güney sınırında bağımsızlık savaşı veren zayıf yönetimli Müslüman halkların, doğru kanalize edildikleri takdirde Osmanlı canlanış hareketine doğrudan askerî yardım sağlayabileceğine inanan Enver Paşa idi. (…) 1920 başlarında Enver, Moskova’da bir çeşit ihtilâlci Müslüman Enternasyonali olan “Devrimci Müslüman Cemiyetler Birliği”nin kurulduğunu ilan eder. 1920 Eylül’ünde Bakü’de toplanan Müslüman Halklar Kongresi’nde de yine Enver, Fas’tan Hindistan’a devrimci İslâmcı hareketler adına bir bildirge okur. (s. 95)

 

(…) Arslan, Enver’in önde gelen hayranlarındandı. (s. 96) (…) Hatta Haziran 1921’de Enver Paşa’nın  isteğiyle Moskova’ya sıkıntılı bir yolculuk yapmıştı. (…) İngiliz Dışişleri Arşivi’nden öğrendiğimize göre Çiçerin ile buluşmuş ve Kafkasya siyasetini müzakere etmiştir.

 

(…) Şekip Arslan 1921 Temmuz’unda Berlin’e döndükten kısa bir süre sonra, İTF diriliş hareketi çökmeye başlar. Enver’in Anadolu’da İTF’nin askerî gücünü teşhir ümitleri, Kemalistlerin Yunanlı müstevlîlere karşı kazandıkları zafer ve kendi askerî durumlarını sağlamlaştırmalarından sonra, suya düşer. (…) Enver yine de ümitsiz İslâmî davaları takipte ısrarlı olmuştur. 1922 Ağustosunda Kızıl Ordu’ya karşı bir süvari hücumunda hayatını kaybetmiştir.

 

(…) Avrupa’da sürgündeki diğer İTF liderleri de harp zamanındaki siyasetlerinin kurbanı olurlar; intikamı Berlin sokaklarında arayan Ermeni militanlar Mart 1921’de Talat’ı, 1922’de Dr. Azmi’yi ve Dr. Bahaeddin (s. 97)  Şakir’i öldürürler. İttihatçı Sadrazam Mehmed Said Halim de 1921’de Roma’da öldürülür. Ermeni suikastçıların kurbanları arasında harp zamanında “Suriye’nin acımasız valisi” olarak nam salan Cemal Paşa da vardır : 1922’de Tiflis’te bulunarak öldürülür.

 

(…) Harpten sonra İstanbul’a ilk ziyareti 1923 sonlarındadır. Gayesi, Fransızları Suriye’den atmak için ortak bir Türk-Arap cephesi kurmaktır. Ne var ki, Mustafa Kemal, Türkçe konuşmayan diyarlarda Osmanlı sınırlarını yeniden tesis için kendisine gelen talepleri reddetmiştir. Şekip Arslan Mersin’e yerleşerek burada 1924’ün ilk sekiz ayını geçirir. (s. 98)

 

(…) Aile buluşması 1924 ilkbaharında gerçekleşir; Arslan annesini görmekten, karısı ve oğlu ile altı yıl süren ayrılık ertesinde kucaklaşmaktan ne derece mutluluk duyduğunu yazılarında anlatmıştır. (…) Gerçi sükûneti ve Suriye’ye yakınlığı yüzünden Mersin’i seçmiştir ama kısa bir süre sonra yalnızlığına içerlemeye başlar.

 

(…) Siyasî nüfuz dairesinin dışında kalmaktan fevkalade huzursuz olan Arslan, 1924 yaz sonlarında ailesinden ayrılarak birkaç aylığına Avrupa’ya döner. İsviçre’de Arap sürgünlerle yeni temaslar kurar ve Berlin’de Alman yetkililerle olan temaslarını kuvvetlendirir. Ocak 1925’de O’nu tekrar Mersin’de görüyoruz. Orada bir sekiz ay daha kalır ama siyasî ve sosyal faaliyetlerden o kadar uzak bir yerde sürekli ikameti hiç düşünmemektedir.

 

(…)  Arslan’ın Mersin serüveninin altında yatan neden ne olursa olsun, bu vakıa Arslan’ın Osmanlıcılığı bırakıp siyasî Arabizme yöneldiği dönüm noktasını teşkil etmektedir. (s. 99)

 

(…) Gerçi emperyalizme karşı İslâmî bir birlik fikrini terk etmemiştir ama siyasî ilgisinin odağını değiştirmiş, dikkatini Osmanlı’nın dirilişi üzerinde değil, bir zaman hiç beğenmediği ve Arap militanlarca yürütülen faaliyetler üzerinde yoğunlaştırmıştır. (s. 100)

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

ARAP DAVASININ BENİMSENMESİ

 

 

(…) Arslan’ın (…) Kendi hayatı Dürzî içedönüklüğünün adeta bir reddiyesidir; cemaat dışında evlenişi de örften kesinlikle kopuşuna delalet eder. Emir sıfatı, bir Dürzî ailesi olarak kendi ailesinin siyasî prestijinden kaynaklanmaktadır, lakin o Sünnî İslâm’ın çıkarlarına hizmet eden, Kitab’a bağlı bir Müslüman olduğunu da kabul ettirmiştir. (s. 110)

 

(…) Reşid Rıza, Arslan’ı Arap direniş hareketinin göbeğine oturtmuş, 1935’ten ölümüne kadar onu gözetleyip kollamış, kitaplarını basmış, zaman zaman onun ödün vermezliğinden şikâyetçi olmuşsa da onu daima himaye etmiştir; çünkü Arslan sadece bir dost değildi; Arap bağımsızlık hareketinin, İslâmî uyanışın etkili bir sözcüsüydü. (s. 111)

 

(…) Şekip Arslan’ın talepleri ( Fransız manda yönetiminden) arasında Filistin’in Suriye ile birleştirilmesi, gerek Lübnan gerekse Suriye’nin bağımsız kılınarak Milletler Cemiyeti’nde öylece temsil edilmeleri de vardı. (…) Pek beklenmeyen şey, Arslan’ın Fransa’ya karşı tavizkâr tutumu idi. Bu tavizler, Suriye okullarında Fransızca tedrisatın devamı, yabancı askerî danışmanlığın Fransız subaylarına hasredilmesi, savaş halinde Fransa’ya Suriye ordusuyla yardım vaadi ve iki ülke arasında otuz yıllık bir ittifakın kurulmasıydı.

 

(…) 1920’li yılların sonlarına doğru, Arslan artık Doğu Arap davasının sözcüsü olarak hüsn-ü kabul görmektedir. (s. 128)

 

(…) Filistin sorunu iyice alevlenince İngilizler de Emir’e yönelmişler, artık onun Türkiye’deki potansiyelini anlamaya çalışmak yerine Arap âlemindeki etkisini keşfe çalışmışlardır. (…) 1918’deki sürgünün ilk haftalarından, neredeyse öldüğü güne (s. 129)  kadar Arslan’ın hayatında Berlin değişmez bir faktördü. Zorlu harp sonrası yıllarda, Weimar Cumhuriyeti’nin bu başkenti, onu hep sıcak bir biçimde ağırlamıştı. (s.130)

 

(…) O sıralarda, sonraki yılların güçlü ve zengin kralı olmamakla birlikte, Arslan’ın en çok hayranlık duyduğu Arap Kralı İbn Suud, Şekip’e elinden gelen yardımı yapıyordu. Suud, Emir Şekip Arslan’a paradan daha değerli bir yardımda da bulundu : Osmanlı enkazının Arslan gibilerini karşı karşıya bıraktığı çözümü zor meselelerden biri de, vatandaşlık sorunuydu. Lozan Antlaşması (1923) bir çözüm getirmişti; Sultan’ın tebaası iki yıllık bir süre içinde yeni Cumhuriyet’in ya da İmparatorluk sınırları içinde yeni zuhur eden Arap devletlerinden birinin vatandaşı olmayı seçebileceklerdi. (s. 133)  Arslan, bu sürenin sonuna kadar Osmanlı pasaportuyla yaşadı. Sürenin bitiminden birkaç ay sonra Lozan’daki Fransız Konsolosluğu’na gidip Lübnan vatandaşı olmak istediğini söyledi. (…) kendisine seçimde bulunma tarihinin bittiği anlatıldı, yani artık hiçbir ülkenin vatandaşı değildi, seyahat hakkı kaybolmuştu. Ama Hicaz Krallığı yani İbn Suud imdadına yetişti; Arslan da ailesi de bu jeste olumlu cevap verdiler ve Arslan ondan sonra ömrünün sonuna kadar Hicaz pasaportu ile yaşadı.

 

Artık Şuf’lu Pan-Osmanlıcı Dürzî, Hicaz vatandaşıydı ve Milletler Cemiyeti’nde de Suriye-Filistin davasının tescilli sözcüsüydü. (…) Ama Touma’nın gözlemi de biraz hafiftir ve kabul edilmesi zor bir istihzayı içeriyor : “ Bir dava ile ölmek yerine Arslan, bir başka dava ile yaşamayı yeğledi.” (s. 134)

 

KONU İLE İLGİLİ YAZIMIZIN İLK BÖLÜMÜ İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKİ TIKLAYINIZ!

http://hertaraf.com/haber-bir-gizli-islam-kahramani-sekip-arslan-1593#.WtWNSLW2tyQ.twitter

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş