Değerli Yazar Doç Dr. Fethi GÜNGÖR'ün Kaleme Aldığıve Çıra Yayınlarınca basılan "MUTTAKKİ MÜTEFEKKİR CEVDET SAİD'İ YAKINDAN TANIMAK" eserini siz değerli Hertaraf Haber Okurları için özetlemeye çalıştık.
Sayın Fethi GÜNGÖR, Yazar Cevdet SAİD'in Çoğu Makalesini Türkçe'ye çevirmiş ve Türkiye kamuoyu da kendisinden istifade edebilme imkanı bulmuştur. Fethi Güngör'ün tercüme ettiği kimi makaleleri de Haber Sitemizde yayınlama imkanı bulduk.
Kitabı Seçkin Kitapçılardan ve Çıra Yayınlarından Temin edebilirsiniz
Sizleri Kitap ile başbaşa bırakıyoruz - Hertaraf Haber Kültür Sanat Servisi
MUTTAKKİ MÜTEFEKKİR CEVDET SAİD'İ YAKINDAN TANIMAK
Doç Dr. Fethi GÜNGÖR:
1964 yılında Kayseri’de doğdu. 1982’de Develi İmam Hatip Lisesi’nden, 1986’da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Tefsir dalındaki yüksek lisans çalışmasını 1990’da Marmara Üniversitesi’nde; sosyoloji dalındaki doktora çalışmasını da 2004’te İstanbul Üniversitesi’nde tamamladı.Çeşitli yayın organlarında aile, sivil toplum, insan hakları, göç ve mültecilik, dezavantajlı gruplar ve İslâm dünyasıyla ilgili çalışmaları yayımlandı, tercüme eserleri basıldı. Sivil toplum, Kur’an araştırmaları ve Kafkasya konulu aylık dergiler çıkardı. Hakemli bilimsel Yalova Sosyal Bilimler Dergisi’nin kurucu editörlüğünü üstlendi.
2000-2008 yıllarında yönetim kurulu üyesi olduğu Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nda ve Pendik Belediyesi’nde üçer dönem Sivil Toplum Okulu seminerleri düzenledi. Yüzlerce konferans, radyo ve televizyon programına konuşmacı olarak katıldı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yedi sene uzman olarak çalıştı. Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde on beş yıl öğretim elemanı olarak çalıştıktan sonra 2009 yılında intisap ettiği Yalova Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde aile, sivil toplum, insan hakları, göç ve mültecilik konularında dersler vermeye devam etmektedir.
Evli ve dört çocuk babası olup ana dili Çerkesçenin doğu ve batı lehçeleri ile Arapça ve Osmanlıcayı ileri düzeyde, İngilizce ve Farsçayı iyi düzeyde, Rusçayı zayıf düzeyde kullanmaktadır.
CEVDET SAİD’İ YAKINDAN TANIYABİLMEK
“Hem eğer dilemiş olsaydık, (geçmişte olduğu gibi) elbette her topluma (ayrı) bir uyarıcı gönderirdik. Madem öyle, artık sen inkârcılara uyma ve onlarla bu (Kur’an vahyi) sayesinde tüm gayretini sarf ederek büyük bir cihada giriş.”(Furkân 25:51-52)
Âlem-i İslam’ın sorunlarına çözüm üretebilmek için uzun soluklu çabalar ortaya koyan mütefekkirlerimizden birisi de şüphesiz Cevdet Said’dir
Cevdet Said’in Şahsiyeti ve Eserleri
1931 yılında Suriye'nin Kunaytıra bölgesinde Golan tepesinin eteğinde yer alan Bi'ru Acem köyünde doğan, çocuk yaşta Mısır’a gidip tahsil gören ve şiddet karşıtı görüşleriyle dikkat çeken büyük mütefekkir Cevdet Said, Cezayirli ünlü düşünür Malik Binnebi’nin seçkin takipçisi olarak tüm dünyada tanınmaktadır.
Hafız Esad döneminde beş kez tutuklanan ve nihayetinde öğretmenlik görevinden uzaklaştırılan Cevdet Said köyüne dönerek odunculuk, arıcılık ve süt inekçiliği yaparak geçimini temin etti. Aralık 2012’de köyünün bombalanması ve kendisi gibi Ezher mezunu kardeşinin yaralı bir muhalif askere ilk yardım hizmeti verirken Esed’in keskin nişancıları tarafından şehid edilmesi üzerine evini barkını terk ederek Türkiye’ye geldi.
Cevdet Said’in Etkilendiği Şahsiyetler
Üstadın etkilendiği şahsiyetleri, sohbetlerine yansıdığı şekliyle kendi ağzından aktarmak daha uygun olacaktır:
“Allah ondan razı olsun, Cezayirli Malik b. Nebi’nin kitaplarını okuduğumda uyandım. Yirmi yıl emek vererek okuduğum Malik b. Nebi’nin kitaplarını daha iyi kavrayabilmek için onun atıfta bulunduğu kaynakları da okudum.
Malik b. Nebi temel sorunumuzun “el-qâbiliyye li’l-isti’mar; sömürülmeye elverişlilik” olduğunu tespit etmişti. Fransa’da karşılaştırmalı dinler tarihi ve sosyoloji tahsili gören, aklı kullanmanın ve adaleti savunmanın önemine vurgu yapan Ali Şeriati ise temel problemimizi, Malik b. Nebi’nin kavramsallaştırmasındaki bir harfi değiştirerek “el-qâbiliyye li’l-istihmar; eşekleşmeye elverişlilik” olarak tespit etmişti...
Ebu’l-Hasan en-Nedevi ölüm döşeğinde Muhammed İkbal’i ziyaret ettiğinde, “şiirlerim dünyanın birçok ülkesine çevrilecek, ama fikirlerimin Müslümanlar tarafından anlaşılmasını daha çok önemsiyorum” demişti. Bir de, “Türkiye’yi takip edin, onlar ilerleyecek” demişti. Nitekim Türkiye diğer İslam ülkelerine demokratik yöntemi kullanma açısından fark atmıştır. Yönetim seçimle el değiştiriyor, şairler, yazarlar, sanatçılar yetiştiriyor...
Toynbee medeniyetlerin nasıl kurulduğunu ve nasıl çöktüğünü, tarihin keşfedebildiği yasalarını anlatıyor eserlerinde. Herbert Wells, Kısa İnsanlık Tarihi adlı eserinde, kavmiyetçilik ve ulusdevletçilik değerlendirmelerini yaparken, “kültürel değerleri ve entelektüelleri olmayan kavimler, diğer kavimler arasında çıplak gibi kalıyor” der.
Farklı kavimden yüzbinlerce insan, hac zamanında, aynı yerde, kefen gibi beyaz sade bir kıyafetle ittihad yapıyor. Keza, Kâbe’nin etrafında eşit bir şekilde saf tutuyorlar. Celal Nuri’nin İttihâdu’l-Müslimîn adlı eserini Abdurrahman Azzam Arapça’ya tercüme etmişti. O yıllarda kitap sahibi olmak zordu. Ben de elimle istinsah ederek kendime bir nüsha edinmiştim. İslam âleminin neresinde bir uyanış var diye merak ediyordum, onun için farklı bölgelerden eserler okumaya gayret ediyordum. Daha o karanlık günlerde bu zat, “torunlarım gasp edilmiş hakkımızı geri alacak” demişti. Yine, Ebcediyyetu’l-Ma’rife (Bilginin ABC’si) adlı eserinde Celal Nuri, “Arafat dağı elmas olsa Müslümanlar için bu kadar kıymetli olamazdı. Zira o, ittihadın, birliğin timsali oldu” diye yazmıştı.
Üstad Cevdet Said’in Türkiye’deki ders, sohbet ve söyleşilerinde sıkça vurguladığı hakikatleri, yorum katmadan, kendi ifadeleriyle seçki tarzında özetle takdim ediyorum:
“Furkân Sûresi’nin son kısmında Rahman’ın kulları anlatılır. Bu sûrede “we câhidhum bihi cihâden kebîra: Onlarla Kur’an yoluyla en büyük cihadını gerçekleştir” (25/52) buyurulur ve ‘büyük cihad’ın silahla değil, Kur’an’ın yüce mânâ ve hakikatlerini insanlara anlatmak ile olduğu anlatılır. Oysa insanlar bu âyeti bu şekilde anlamamış, silah yoluyla cihadın doğru bir yöntem olduğunu zannetmiştir. Oysa cihad, asla ‘insanları öldürmek’ değildir! Cihad, Kur’an’ın anlaşılması ve mesajının yayılması için mücadele etmektir. Bu her iki yöntemle İslam’a girenleri karşılaştırırsanız, sonucu siz kendiniz değerlendirebilirsiniz.
(…)
İnsanı ikna edebildiğinizde sizin için her şeyi yapar. Ancak, zor kullanarak belki istediklerinizi yaptırabilirsiniz, ama, ilk fırsatta mutlaka intikamını alacaktır. Peygamberler zor değil ikna yöntemini kullanmıştır.
Meşru Savaşın Gerekçesi ve Çarpık Cihad Anlayışı
“Harp, ancak, baskı altındaki insanların üzerindeki baskıyı kaldırmak için caiz olur. Savaşmak için ortada bir zulüm, bir baskı olması, insanlara bir inancın dayatılması gerekir. İnsanlara ‘lâilahe illallah’ı bile dayatmak caiz değildir. Kur’an’ın bu hakikatini yeterince anlamazsak, yanlış düşünceler üzerine bina edeceğimiz her inanış ve davranış da yanlış olacaktır. DAİŞ vb. hareketler yanlış bir düşünce üzerine davranışlarını bina ettiği için, doğru bir iş yaptıklarını zannediyorlar, ama yanlış yapıyorlar. Kur’an’da izin verilen savaş, inanç baskısı ya da yurdundan sürme suçunu işleyenleri engellemeye yönelik savaştır.
Allah Rasulü Veda Haccı’nda, “cahiliyede olduğu gibi benden sonra yeniden birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın” diye uyarmıştı. Ama, maalesef 3. ve 4. Halife Müslümanlar tarafından suikastle öldürüldü. Ne hazindir ki, Allah’ın ve Rasulü’nün mesajı erken kayboldu. İktidar ilkeye ve seçime göre değil, babadan oğula ve kılıç zoruyla el değiştirmeye başladı yeniden. Yani, saltanat sistemine geri dönüldü. Emeviler türlü zulümler yaptılar. Abbasiler de onlardan geri kalmadı. Günümüzde de Müslümanlar birbirini boğazlamaya devam ediyor! Şii-Sünni diye savaşıyor, ‘hilafetime biat edin’ diye savaşıyor... Müslümanlar savaşmak için gerekçe bulmada hiç zorlanmıyor maalesef!
Sorunun silahla çözüleceğini zannedenler ve silahlı mücadeleyi çözüme götürecek bir yöntem olarak benimseyenler derin bir yanılgı içindedir. Oynanan oyunun hakikatini görüp şiddetten uzak durmamız gerekir. Zira, düşmanlarımız, Müslümanları silah ve savaş girdabına sokarak DAİŞ/IŞİD gibi hareketler üzerinden İslam’a büyük bir darbe vurmayı arzu ediyor.
İman da ahlak da yanlış olabilir, ortada iman ve ahlak var diye bunların doğru olma garantisi yoktur. Müslüman asla yalan söylememeli mesela. İman ve ahlak bir arada ve doğru anlaşılmalı. Yoksa imanlı ve ahlaklı bir insan kendisine bomba bağlayıp insanları patlatarak iyi bir şey yaptığını düşünebiliyor. Allah ona rahmet etsin, Hz. Ali’nin Hariciler hakkındaki görüşü ne kadar manidardır:
“Hakkı talep edip yanılan, bâtılı talep edip isabet eden gibi değildir.” Kur’an’ın maksat ve hedeflerini kavramış o büyük insan, Haricilere karşı nasıl muamele edilmesi gerektiği sorulduğunda şu cevabı vermişti: “Haram yere kan dökmedikleri sürece savaşı başlatan siz olmayın!”
Kur’an’da beyan buyurulduğu üzere, inançları sebebiyle baskı gören, inancı yüzünden öldürülen, bu yüzden yurtlarından sürülen insanlara savaşma izni verilmiştir. Allah rahmet eylesin, ameliyat olduğumda ziyaretime geldiğinde Said Ramazan el-Bûtî’ye cihadın doğru anlaşılmasına hizmet edecek bir eser yazmasını rica etmiştim, o da bu konuda bir eser yazmıştı. O eserinde Bûtî, “bidûn hirâb cihad caiz olmaz” diye yazmıştı. Harpler genel olarak ve çoğunlukla zalimdir. Adil savaş sadece baskıyı ortadan kaldırandır. Ne var ki, günümüz dünyasında böyle adil bir savaş yok...
Baskı ve Şiddetin Sorun Çözme Kabiliyeti Yoktur
“Eşyaya, yani varlıklara kanunlarına uygun davranmamız gerektiği gibi, insana da kanununa uygun davranmamız gerekir. İnsana onun fıtratına, yapısına, yani kanununa uygun şekilde davranırsak bize dost olur, onun üzerinde baskı kurarsak bize düşman kesilir. Zira, baskı, zor, zorbalık insan fıtratının asla kabul edemeyeceği anormal bir durumdur. Savaş zorun, zorbalığın ve baskının zirvesidir. Bu yüzden hep söylediğim odur ki; savaş ölmüştür. Savaşın sorun çözme yeteneği kesinlikle kalmamıştır.
Her gün defalarca okuduğumuz ‘Âyetelkürsi’nin hemen peşinden gelen “lâ ikrahe fiddîn” ayeti ikrahı, baskıyı, zorbalığı yasaklamıştır. Yüzü ekşitmekten atom bombasına kadar geniş bir yelpazeye yayılabilecek mahiyette olan ‘ikrah’ın, baskının hiç bir türü caiz değildir. Nitekim insanı güç ve baskı ile değil, ikna ile değiştirebilir, onu istediğin yola ikna ederek getirebilirsin.
Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste, şiddetin bereketsiz olduğu ifade edilmiştir. Şiddet asla bir sorun çözme yöntemi olamaz. Savaş ölmüştür. Artık suçlular ve onların sömürdükleri cahiller dışında kimse savaşı sorun çözme yöntemi olarak kullanmıyor dünyada...”
CEVDET SAİD’İ ANLAYABİLMEK
Kur’an’ın Mesajını Hakkıyla Kavrayabilmek
“Kerim Kur’an’ı yeniden anlama çabası içine girmeliyiz. Zira, Kur’an’ın verdiği mesajlar ve gösterdiği hedefler ile Müslümanların tutum ve davranışları arasında dağlar kadar mesafe var! Bu durum onların Kur’an’ı anlamadığının en bariz göstergesidir. Maalesef milyonlarca müslüman için Kur’an hâlâ inmemiş hükmündedir!
Esasen işe çocuklardan başlamalı ve Kur’an’ın yüksek mânâlarını onlara nasıl kavratabileceğimizin yollarını bulmalıyız. Her gün en az kırk kez okuduğumuz Fâtiha’yı, hattâ, sadece “Rabbü’l-âlemîn” âyetini tam kavrayabilsek bütün meseleleri çözeceğiz. Ama maalesef Müslümanlar daha Fâtiha Sûresi’ni bile yeterince anlayamamış! Rabb, Allah’tır. Âlemîn ise; kâinat, insanlar ve âhirettir. Nitekim Kur’an’ı baştan sona okuduğumuzda, tüm âyetlerin bu dört temel konuya odaklandığını görürüz.
Ayağımızı yere sağlam basabilirsek, yani, Kur’an’ı doğru anlayıp hakiki bir anlayış geliştirebilirsek, sorunlarımızın bir bir çözüldüğünü göreceğiz. Zira, ışık gelirse karanlık kendiliğinden kaybolacak.
İnsanlara Adalet ve İhsan ile Davranabilmek
Rabbimiz, sadece ‘müminler arasında’ değil, tüm ‘insanlar arasında’ adalet ve ihsan ile hükmetmemizi, hükümet etmemizi, onlara ‘ihsan’ ile muamele etmemizi emrediyor. Adalet ve ihsanın kıyamete kadar asla yok olmayacağını ve kıymetinden hiç bir şey kaybetmeyeceğini çok iyi anlamalıyız.
Adaletin, yani eşit muamelenin kıymetini en çok ezilen kesimler, kadınlar ve çocuklar bilir. Müşrikler Peygamberimiz’e; “ayak takımımız senin peşine takılıyor, onlar yanındayken biz seninle oturup konuşmayız” diyorlardı. Çünkü onlar, kendilerinden düşük bir seviyede gördükleri insanları kendileriyle eşit görmeye yanaşmıyor, onlarla iyi geçinmeye tenezzül bile etmiyorlardı.
Hükmün, idarenin, otoritenin, kısaca yönetimin tek ölçüsü adalet, yani eşit davranmak iken, maalesef dünyada geçerli yegâne kural güç olmuş, insanlık birbirini katledip duruyor! Oysa Kur’an, bir insanı öldüreni bütün insanları öldürmüş gibi günahkâr sayar.
(…)
Sünnetullaha/Yasalara Uygun Davranabilmek
Sünnetullahı keşfetmemiz lazım. ‘İnsan’ başta olmak üzere bütün yaratılmışların kanununu kavramamız gerekir. Çocukların bu hakikatleri kavraması çok daha önemlidir. Allah Teala tüm yaratılmışları insanın emrine müsahhar kılmıştır:
“(Unutmayın ki) Allah'tır gökleri ve yeri yaratan; gökten suyu indiren ve onunla size rızık olması için ürünler çıkaran; ve Kendi emriyle denizde yüzen gemileri sizin yararlanmanız için (bir yasaya) tabi kılan; ve nehirleri siz yararlanasınız diye (bir yasaya) bağlayan; yine sizin yararlanmanız için (bir yörüngede) devinip duran güneşi ve ayı (yasalara) tabi kılan; yine sizin için geceyi ve gündüzü (yasalarına) amade kılan; ve isteyebileceğiniz her türlü şeyden (yararınıza olanları) size veren... Ve eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız baş edemezsiniz! Şu da bir gerçektir ki, insanoğlu zulme pek yatkın olup nankörlüğünde hayli ısrarcıdır.” (İbrahim 14:32-34. Keza bkz: 13:2, 16:14 vd.). “Sehhara”, bedelsiz ve zorunlu hizmet etmek üzere emrine tahsis etmek anlamına gelir.
Te’vîl-i Ahdâs: Olayları Doğru Okuyabilmek
Müslümanlar tarih ilmine gereken önemi vermediği için dünyada olup biteni kavrayamıyor! Bu durum ümmetin ruh sağlığını bozuyor. Bu yüzden tarihi bilmek ruh sağlığımız açısından son derece önemlidir. Yeryüzünü fesada boğanlar Müslümanlara hayvan muamelesi yapıyorlar! Bize tepeden bakıp ‘şunlara bakın, nasıl da vahşi hayvanlar gibi birbirlerini tepeliyorlar’ diye gülüyorlar! Dünyada olup biteni anlamamız lazım. Bunun için de tarihi okuyup ibret almamız, olaylar arasında bağ kurabilmemiz gerekiyor. Olayları kavrayıp birbirleriyle bağını kurabilirsek; gözümüzün önünde cereyan eden Japonya’nın gelişmesi, AB’nin kuruluşu ve şiddetten kurtuluşu, Humeyni’nin silahsız devrimi ve silahlı hezimeti, SSCB’nin çökmesi, Saddam’ın bir bayram sabahı kurban edilircesine asılması gibi büyük olayları anlayabilir ve bunlardan dersimizi çıkarabiliriz. Tarihi doğru okuyabilirsek bu olayların hepsi bizim için birer ibret dersi olur.
Geleceğin Kur’an’ın Olduğuna İman Etmek
“Kur’an’ın eşitlik söylemine dünya hâlâ ulaşabilmiş değildir. Eşitlik, ‘bana ne varsa sana da o var’ diyebilmektir. ‘Eşitiz’ demek, ‘sen de ben de aynıyız, bana özel bir ayrıcalık veya herhangi bir imtiyaz yok’ demektir. Batılı bazı düşünürlerin eserlerini okurdum, bir süredir hepsi gözümden düştü, çünkü eşitliği içselleştiremiyorlar.
CEVDET SAİD’İN ÖZGÜN FİKİRLERİNDEN İSTİFADE EDEBİLMEK
Asırlık Çınarın Gölgesinde Tefekkür Etmek
1931 yılında, Suriye’nin Kuneytıra bölgesinde Golan tepelerinin eteğinde yer alan Çerkes köylerinden Bi’ru Acem’de dünyaya gelen Cevdet Said, orta öğrenim düzeyinde intisap ettiği Ezher Üniversitesi’nin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nden mezun oldu. Hafız Esad döneminde 5 kez tutuklandı, toplam 7 yıl hapis yattı, sonunda öğretmenlik görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine köyüne dönen üstad, bir merkep satın alarak dağdan odun toplamaya başladı. Ardından arıcılık yaparak ailesinin geçimini sağladı. Suriye’de devam eden iç savaş sebebiyle köyünü ve ülkesini terk etmek zorunda kalana kadar, kardeşiyle birlikte süt inekçiliği yaptı. Suriye’deki savaşın köyüne kadar ulaşması üzerine Aralık 2012’de yakın akrabalarıyla birlikte Türkiye’ye hicret etti.
İlk hapse düştüğü 1963 yılından bu güne kadar onlarca kitap yazdı, dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce konferans verdi. Kitaplarından telif ücreti almayan, şöhretinin aksine mütevazı bir hayat sürmeyi tercih eden Cevdet Said şiddet karşıtı görüşleriyle tüm dünyada tanınmaktadır.
Altmış yıl boyunca oniki kitap ve çok sayıda makale yazan, dünyanın çeşitli ülkelerinde yüzlerce konferans veren, mütevazı bir hayat sürmeyi tercih eden Cevdet Said’in sekiz eseri Türkçe’ye çevrilmiş durumda. Değişimin kanununu anlattığı ve ‘Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları’ adıyla otuziki yıl önce Türkçe’ye çevrilen ilk kitabından sonra Pınar Yayınları’ndan sekiz kitabı çıkan Cevdet Said’in 1961’de ilk baskısını yapan, ancak bu güne dek Türkçe’ye çevrilmeyen “İslam’dan Bu Kadar Korku Niye!” isimli hacmi küçük ama özgül ağırlığı büyük eserini tercüme etmeye başladım, inşaAllah ramazan ayında düzenlenecek kitap fuarında okuyucuyla buluşturmaya, yıl sonuna kadar tüm eserlerini Türkçe’ye kazandırmaya gayret edeceğiz.
Kur’an’ın Dört Ana Konusu:
86 yaşına rağmen iki saat boyunca büyük bir coşkuyla katılımcılara hitap eden Cevdet Said, paragraflar halinde Türkçe’ye çevirdiğim Arapça konuşmasında şu hususlara vurgu yaptı:
“... Bırakınız Kur’an’ın tamamını, günde en az kırk kez okuduğumuz Fâtiha Sûresi’ni bile hakkıyla anlamış değiliz. Sadece “Rabbi’l-âlemîn” âyetinde Kur’an’ın özü gizlidir. Rabb; Allah, âlemîn ise tüm mahlukattır. Kur’an’da iki âlemden söz edilir: Gayb âlemi; Allah ve ahiret, şehadet âlemi ise insan ve kâinattan oluşur. Kur’an’ın tamamına baktığınızda âyetlerin bu dört konu etrafında odaklandığını görürsünüz.
(…)
Baskı, Şiddet ve Savaş Yönteminin Öldüğünü Anlamak
Kur’an’ın temel ilkelerinden biri “Lâ ikrâhe fiddîn: Asla dinde zorlama yoktur” âyetinde öğretilir. İnsanı baskı ile değil, kanununu keşfederek yola getirebilirsiniz. Onu ikna ederseniz size malını da canını da feda eder. Siyaset alanında baskı firavunlar doğurur. Ekonomi alanında baskı karunlar doğurur. İnanç alanında baskı nemrutlar doğurur. Evlilik konusunda baskı aile saadetini yok eder. Allah Rasulü, anne-babanın kızlarını istemediği biriyle zorla evlendirme hakkı bulunmadığını beyan buyurmuştur. Ne var ki, hâlâ bütün dünya ikrah ile, baskı ve zorbalıkla yönetiliyor.
Savaş ölmüştür. Artık savaşı yöntem olarak, cahillerle onları sömüren kötü insanlar dışında kimse kullanmıyor. Savaş konusunda Kur’an’dan anladıklarımı bu şekilde formüle edebiliyorum. AB savaşsız bir birlik kurdu.
Modern Çağda ‘İslam Birliği’ni Oluşturabilmek
(…)Ben umut doluyum. Türkiye’nin önderliğinde Müslümanlar, dünyanın bozuk sistemini değiştirilebilecek potansiyel güce sahiptir. Bu yüzden Türkiye toplumuna takdirlerimi sunuyorum.
Adalet, İyilik ve Fedakârlığa Dayalı Bir İlişki Geliştirebilmek
Biz İslam’ın özünü çoktan kaybetmişiz. Kimimiz Emevilerin, kimimiz ise Abbasilerin yolundan gidiyoruz. Kur’an’ı, İslam’ı yeniden keşfetmeliyiz. Vahyin ilk emrini iyi anlamalıyız. İnsanın değeri okuduğu ve anladığı kadardır. Okuyup anlarsak başımız dik olur. Şii-Sünni ayrımına ne gerek var, hepimiz Müslümanız, Allah bizim adımızı ‘Müslüman’ koymuştur. Ama biz Kur’an’a teslim olmak yerine zanlarımıza teslim olmayı yeğliyoruz. Peygamberimizin biz ümmetinden şikâyet edeceği tek konu Kur’an’ı mehcur bırakmamızdır, bunu Kur’an haber veriyor. (…)
Her hafta cuma hutbesinde hatiplerin sürekli okuduğu, ancak verdiği mesajın anlaşılmadığını üzülerek gördüğüm “İnnallahe ye’muru bil’adli we’l-ihsani...” âyetinde (Nahl, 16:90) ve Mümtehane Sûresi’nin baş kısmındaki üç âyet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere; insanlara adalet ve ihsan ile muamele etmeliyiz ve insanlarla geçinme yöntemi olarak adalet ve ihsan modelini benimsemeliyiz:
“Mümkündür ki Allah, sizin düşman olarak algıladığınız kimselerle sizin aranızda bir sevgi var edebilir; ve Allah’ın (buna) gücü yeter; üstelik Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir merhamet kaynağıdır. Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz: Çünkü Allah fedakâr olanları pek sever. Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı yasaklar: artık kim onlarla dostluk kurarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehane, 60:7-9)
KUR’AN’IN HAKİKATLERİNİ CEVDET SAİD’DEN DİNLEMEK
10 Şubat 1931 tarihinde Suriye’nin Kuneytıra bölgesinde Golan tepesinin eteğinde yer alan Çerkes köylerinden Bi’ru Acem’de dünyaya gelen Cevdet Said, Aralık 2012 ortasında çocukları, torunları, kardeşleri ve yeğenlerinden oluşan geniş ailesiyle birlikte hicret ettiği İstanbul’da yaşıyor.
Dünyadaki En Önemli Olayın Kur’an’ın Varlığı Olduğunu Fark Edebilmek
14 Ocak’ta Tuzla’da Hayat-Der’de dünyadaki en önemli olayın Kur’an’ın varlığı olduğuna dikkat çeken Cevdet Said, her okuyan insanın Kur’an’ı anlayabileceğini, zira her insanın aklı olduğunu, Kur’an’ı okuyunca onun bâtıl bir söz olamayacağını idrak edip imana geleceğini örnekleriyle anlatmıştı.
“Mesela, Kanadalı misyoner Miller, Müslüman bir topluma giderek onları Hristiyanlaştırmaya niyetlendiğinde; “önce Kur’an’ı okuyup anlayayım ki onları İncil’e daha etkili şekilde davet edebileyim” diye düşünmüş ve Kur’an’ı okumaya başlamış. Kur’an’ı okuyunca adamın hayatı değişmiş. Çünkü Kur’an’ın çok enteresan bir kitap olduğunu gören Miller şu tespiti yapmıştır:
“Muhammed’in adı Kur’an’da sadece 4 defa geçiyor, ama İsa’nın adı 25 defa geçiyor. Ondan daha enteresan olanı ise, Meryem’le ilgili çok sayıda ayet yanında onun adını taşıyan müstakil bir de süre var. Oysa Muhammed’in annesinin adı bir kez olsun geçmiyor Kur’an’da.”
Meryem kıssası da gerçekten çok enteresan bir kıssa. Allah’ın Meryem ile diyaloğu, ona çok yüksek bir değer vermesi, İsa aleyhisselamın doğar doğmaz konuşmaya başlaması… Nebilerin bir kısmının Kur’an’da hikâyeleri anlatılır, bir kısmının da anlatılmaz.
İnsan Olma Sorumluluğumuzun İdrakine Varmak
“İnsanlar birçok önyargıları sebebiyle İslam’dan korkmaktadır. Onları bu korkulardan arındırmanın yolu Kur’an’ın berrak mesajlarını onlara en hikmetli yollarla ulaştırmaktır.
İnsan olma sorumluluğu cinsiyet ya da başka ayrımlar gözetmeksizin tüm insanların üzerine yüklenmiş bir görevdir. Kur’an insanları etnik mensubiyeti, kadın ya da erkek olması yahut başka aidiyetleri itibarıyla değil, insan olmaları itibarıyla muhatap almaktadır. Allah Rasulü’nün Veda Hutbesi’nde ilan ettiği gibi Arab’ın Arap olmayana beyazın siyaha üstünlüğü yoktur, üstünlüğün tek ölçüsü takva yani sorumluluk bilincidir.
Anlaşmazlık ve Sorunlarımızı Akıl ile Vahyin Kılavuzluğunda Çözebilmek
“Evet, Hâbil kardeşini öldürmüştü. Ancak, bu kan dökücü insan eğitilebilir bir varlıktır. Zira Allah âdemoğluna bütün varlıklara isim verme, kavram geliştirme ve olayları kavrama yeteneği bahşetmiştir. Bütün bu yeteneklerini doğru kullanması için de insanlığa zaman zaman kılavuz ve elçiler göndermiştir. Son Nebi Muhammed aleyhisselamdan sonra yeni bir elçi gelmeyeceği gibi Kur’an’dan sonra yeni bir kitap da nazil olmayacaktır. Kur’an kıyamete kadar insanlığın yolunu aydınlatmaya devam edecektir.
Ben küçükken -anadilimin Çerkesçe olması ve Arapçayı sonradan öğrenmemin de etkisiyle- okula başladığımda anlatılanları tam anlayamazdım ve dönünce anneme sorardım. Mesela, bazı hükümlerin neden farklılaştığına anlam veremez, tam anlayamadığımı düşünür, eve gelince anneme sorardım. Rahmetli annem; ‘oğlum, onlar Şafii biz Hanefi’yiz, onun için fıkhi hükümler farklı olabiliyor’ diye izah ettiğinde Müslümanlar arasındaki ayrılıkların mahiyetini tâ zamanlar anlamaya ve bu konuları düşünmeye başlamıştım.(…)
Siyah kayalardan oluşan Arafat dağı serapa elmas olsaydı Müslümanlar için bu kadar büyük bir kıymet ifade etmezdi. Zira Allah Rasulü’nün üzerinde insanlığa büyük hutbesini/hitabesini/söylemini tebliğ ettiği o tepe kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar için muhteşem bir vahdet timsalidir. Her Müslümanın hayatında bir kez olsun Arafat’a gitmesi ve yılın belli bir gününde ve zamanında orada hazır bulunması hac farizasının olmazsa olmaz bir rüknüdür.
Rabbimizin Mesajına Büyük Bir Ciddiyetle Dikkat Kesilmek
Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü Dr. Adil Bor Hocanın daveti üzerine 17 Şubat 2017 tarihinde Pendik’te ihtisas eğitimi görmekte olan vaiz ve müftülerden oluşan hoca efendi ve hoca hanımlara hitap eden Cevdet Said, Kur’an-ı Kerim’in hakikaten acayip bir kitap olduğuna bir daha dikkat çekti. Kendi ortamlarına döndüklerinde cinlerin “qur’ânen acebâ; acayip bir Kur’an” dinlediklerini hemcinslerine aktardıklarını anlatan ayetten iktibasla Kerim Kitab’ın ne kadar enteresan bir kitap olduğunu izah eden üstadın anlattıklarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
“Şu hususu çok iyi ayırt etmemiz gerekir: Kur’an’da konuşan Allah’tır, Muhammed değil! Muhammed aleyhisselam Allah’ın mesajını tebliğ eden elçidir. İnzivaya çekildiği Hira’da Hz. Muhammed’e Arapça indirilen Kur’an sadece Arapları ya da Müslümanları değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanları muhatap almaktadır. Kur’an okuduğunda veya dinlediğinde insan büyük bir huzur duyması, Kur’an’da insanla konuşanın Allah olmasından kaynaklanmaktadır.
Önceki nebilere çeşitli mucizeler verilmişti. Hz. Musa’ya asâ verilmişti mesela. Sihirbazların yere attığı sopalarını yutunca “Musa’nın Rabbine iman ettik.” demişlerdi, çünkü bunun sihir olmadığını hakkıyla anlamışlardı. Allah Rasulü’ne verilen mucize Kur’an’dır. Kur’an bize çok büyük hakikatleri açıklamaktadır. Büyük kolaylıklar sağlayan ulaşım vasıtalarını yapan insan, bu gelişmeleri Allah’ın kendisine bahşettiği yeteneklerle sağlamıştır. Akıllı cihazlarla anında yerkürenin herhangi bir yerindeki bir insanla kolayca irtibat kurabiliyoruz artık. Çünkü Allah bütün bu varlıkları insanın emrine -kayıtsız şartsız itaat etmek üzere- ‘müsahhar’ kılmıştır.
Cihadın Silahla Değil Kur’an’la Yapılabileceğini İdrak Etmek
Cevdet Said, kendisine yöneltilen farklı sorulara şu cevapları vermiştir:
“İslam dünyası içinde debelendiği problemler yumağından Kur’an’a sımsıkı sarılarak çıkabilecektir. Zira Kur’an Allah’ın insanlığa uzatmış olduğu sapasağlam ve asla kopmaz ipidir. İnsanlık, Allah’ın kendisine yönelen yüce hitabının hakikatlerini bir gün mutlaka anlayacaktır. Mesela, âyetelkürsi Allah’ın yüceliğini anlatır. Ancak, hemen bunun ardından gelen ayete insanlar pek dikkat etmemektedir. Oysa insanı en çok yücelten söylem bu ayette mündemiçtir:
“Lâ ikrâhe fiddîn; baskının ve zorbalığın hiçbir çeşidi dinde yoktur!” Çünkü baskı ve zorbalık ne iman doğurur ne de küfür. Baskı altında iman edenin imanı geçerli olmadığı gibi inkâr edenin inkârı da geçerli değildir. Ancak, insanı ikna edebilirsen canını da malını da sana feda eder. Artık Kur’an-ı Kerim dünyanın hemen tüm dillerine çevrilmiş durumda. İnsanlar Allah’ın mesajını okuyacak ve bu yüksek hakikatleri anlayacaktır. Kur’an’ı tüm insanlara ulaştırmamız gerekiyor. Çünkü insan hayvan değildir, Allah’ın mesajını okursa mutlaka anlayacaktır.
Cihadın ne olduğunu bizzat Kur’an tarif etmektedir: “We câhidhum bihi cihâden kebîra; Onlarla en büyük cihad (olan Kur’an vahyi) ile cihad/mücadele et.” Bu emir Kur’an’ın hakikatlerini insanlara açıkça tebliğ etmemizi emretmektedir, onu benimsetmek için silaha başvurmamızı değil! Silahın herhangi bir fikri, insanı ya da ülkeyi koruma kabiliyeti olsaydı, dünyayı 30 kez yok edecek kadar çok silah depolamış olan SSCB kendiliğinden çöküp gitmezdi! Cihad Kur’an’la yapılır, silah ile değil. Bu cihad kıyamete kadar devam edecektir. Silah ile kimse ne iman eder ne de inkâr. Kur’an insanlığa şu daveti yapmamızı istiyor: “Aramızda eşit bir söze/ilkeye gelin.” İnsanlık bu söylemden daha değerlisini getirsin, biz onlara uyalım. Kısacası cihad Kur’an’ın mâna ve hakikatlerini insanlara ulaştırma faaliyetidir.
Kıyamet kopana kadar insanlara meydan okumayı sürdürecek olan Kur’an’ı okuyup anlayalım ki, ayette kınanan “kitap yüklü merkepler” konumuna düşmeyelim. İslam güç ve silahla yayılmaz. Küfrü tercih edeni imana icbar edecek değiliz. İslam ‘barış’ demek olup İslam’a giren barışı tercih etmiş demektir. Olaya böyle bakarsak kin ve düşmanlığın ortadan kalktığı insani bir dünya inşa edebiliriz. Cihad adı altında göz göre göre insanların öldürülmesi büyük bir ayıbımızdır! Savaş ölmüştür! Günümüzde silahlı savaşa iki sınıf insan tevessül etmektedir: Pis herifler ve cahiller. Cahil mazur görülebilir, onu eğitmek ve ona doğruyu öğretmek gerekir. Savaşı bir araç olarak kullananlar, cahillerin cehaletini sömüren kötü insanlardır. Lütfen bu konuları derinlemesine düşünüp olayların hakikatini anlamaya gayret edelim. Savaş bir sorun çözme yöntemi olmaktan bütünüyle çıkmıştır. Kahramanlık insanları öldürmek değil, onları eğitebilmek ve iyi yönde değiştirebilmektir. İnsanlık, bugüne kadar devam eden silahlı savaş yöntemini bundan böyle artık bütünüyle terk edilmelidir.”
İlme ve Barışa Çağıran Cevdet Said’in Sesini Duymak
Kur’an’ın diriltici hidayetini bütün insanlara ulaştırabilmek ve insanlığın hak ve adalet temelinde huzurlu bir hayat sürmesi için altmış beş yıldır fikir üretmeye devam eden Cevdet Said’in derin analizlerinden yeterince istifade ettiğimiz söylenemez.
Samimi, mütevazı ve hasbi bir karaktere sahip Cevdet Said’in dünyalığa tamah etmeden hayatını sade bir köylü olarak geçirmesi, uzun yıllar arıcılık yaparak ve inek besleyerek geçimini alnının teriyle temin etmesi, birçok dile çevrilmiş eserlerinden asla telif ücreti kabul etmemesi ve Kur’an’ın yüce hakikatlerini insanlara izah etme karşılığında bir bedel talep etmeyi doğru bulmaması onun eserleri ve düşünceleri kadar dikkate şayan bir yönüdür.
Bireyi, aileyi, toplumu, devletleri ve bütün âlemi daha iyi hâle getirmek için yeryüzüne halife olarak atanan âdemoğlunun neler yapması gerektiğini irdeleyen Cevdet Said’in düşünce dünyasını belirleyen âyetlerin başında değişimin yasasını açıklayan şu âyet-i kerime yer almaktadır:
Zalim Yöneticiye Hak Sözü Hatırlatabilmek
Üstadın fikir ve yaklaşımlarına örnek teşkil etmesi açısından, Tsey Ramadan’ın Rusçadan Türkçeye çevrilen ve Cevdet Said’i tanıtan bir makalesini burada özetlemekte yarar görüyorum
Cevdet Said adaleti ve düzeni ihya etmek için şiddete başvurmayı tasvip etmemektedir. O mücadelesinde ilmini, irfanını, imanını kullanmaktadır. Ona göre hakikat her zaman -muhatabın hoşuna gitmese bile- dile getirilmelidir. Bu prensip onun hayatının düsturu olmuştur. Bunun da bedelini ağır ödemiş, defalarca hapse atılmıştır.
Ona göre, imanın ulaştırmak istediği en önemli hedef adaletin hâkimiyetidir. Adalet temel bir kanundur, onu ne bir devlet ne de bir yönetici çiğneyebilir.
“Sözde demokratik Batı toplumu BM’yi (ve veto hakkını) icat ediyor. Ama adalet onların da üzerindedir.” diyen Cevdet Said Batı’nın tutumunu şu hadisi şerifle izah etmektedir: “Sizden öncekiler, şu yüzden helak oldular, onlar şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman hırsızı serbest bırakırlar, güçsüz bir kimse hırsızlık yapınca da ona ceza uygularlardı.” (Buhari ve Müslim).
Cevdet Said’e göre bir makama hak ettiği için değil de güç sahibi olduğundan dolayı zorla gelen yöneticiye güç kullanarak değil hak ve adil söz ile karşı koymak gerekir. Onun yüzüne şöyle demek icap eder: Sen haksızsın, yaptığın davranış da hak üzere değildir. Tabii ki söylediğimiz sözlerin yükümlülüğünü de üstlenmemiz ve davamızdan ölüm tehdidi bile olsa vazgeçmememiz gerekir.
(…)
Cevdet Said adalet ve toplumun ıslahı hakkında söz ederken şu gerçeği ortaya koymaktadır: Bu göreve girişen bazen davası uğrunda sürgün edilme, eziyet görme gibi bedeller ödemek mecburiyetinde kalabilir, ama bunlar davasından vazgeçmesine kesinlikle sebep olmamalıdır.
Doğruluk güvene ve itimada yol açar. Güven ve itimat ise insani bütün ilişkilerde esas olandır. Hak sahibi hiçbir şeyden korkmaz. (…)
Dünyayı değiştirmeden ilk önce kendimizi değiştirmemiz gerekir. Eksik yönlerimizi tekâmül ettirmemiz icap eder. Fakat kendisi dürüst olmadığı takdirde başkalarını ıslah etmeye kalkışan kibirli olur, problemlere yol açar. Ama bütün yanlış davranışlardan kendinde hata arayan her zaman maneviyatta ilerleme gösterir. Nitekim suçu başkalarına atma Kur’ani bir yöntem değildir.
İkna etme konusunda baskı yapan ve güç kullananlar genellikle iman ve akıl gücüne sahip olmayanlardır. Bu hakikatin ilk örneğini Âdem (as)’ın oğullarını, Kabil ve Habil teşkil etmektedir…
Cevdet Said eserlerinde ve verdiği derslerde sıklıkla kökleşmiş haksız ve adaletsiz hayat tarzına dikkat çekmektedir. Zalim bir yönetici veya güç sahibi biri bu bozuk sistemi eleştirenlerin takibata uğratılmasını, hapse atılmalarını veya onlara karşı kaba güç kullanılmasını emredebilir. Bu meyanda emir alanlara Cevdet Said şöyle seslenmektedir:
“Ey insanoğlu! Sen, sahibi nereye çevirirse oraya dönen, tetiğe basınca ateş alan bir silah değilsin! Sen bir insansın ve yaptığın işlerin hesabını Allah katında vereceksin. Başkasının sana emir vermiş olması işlediğin cinayetlerin mesuliyetini senin üzerinden kaldırmaz. Sana ancak adaletten yana olmak yaraşır.”
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN KRİZİ
“İslam Dünyasında Düşünce Sorunları” konulu bir konferans vermek üzere 23 Mart 2017 tarihinde Bursa’ya gitmiştim. Ev sahibi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dikkatimi çeken husus konferansı dinleyenlerin büyük çoğunluğunun kız öğrencilerden oluşmasıydı.
Kanaatimce kadınların ilim tahsil etmesi birçok açıdan önem arz etmektedir. Zira çocukların terbiyesinde ve geleceğin inşasında en çok etki sahibi olan kadınlardır. Dolayısıyla kadınların ilim ve düşünce merkezlerine rağbet etmesi İslam düşüncesinin yaşadığı krizden çıkması için bize bir imkân sunmaktadır.
Konferansın konusuna dönecek olursak; evet, İslam dünyası krizdedir. Beni İslam dünyasının yaşadığı krizi konu edinen bir kitap yazmaya iten sebep de budur. Gerçi ben o kitabımı yarım asır önce yazmıştım. Bu zaman zarfında bazı gelişmeler ve yenilikler elbette olmuştur. Ancak, kitabı yazmamı gerektiren hususlar günümüzde de geçerliliğini korumaktadır… Yalnız, ben kitabımda sadece İslam dünyasındaki düşünce krizinden bahsetmiyorum, bilakis küresel bir düşünce krizinden bahsediyorum...
Anlama ve düşünme krizi
Kitabımın başlığını Kur’an-ı Kerim’den iktibas etmiştim: “Hattâ Yuğayyirû mâ biEnfusihim; İnsanlar İç Dünyalarını Değiştirmedikçe” (R’ad 13:11).[*] Bu kitap üzerinden şu mesajı vermeyi istemiştim: Kriz vakıadan önce düşüncede ve siyasetçiden önce düşünürde ortaya çıkar. Dünya krizdedir, çünkü düşünür krizdedir… İşte bu kriz dünyadaki tüm krizleri kuşatan bir krizdir. Çevre, iklim, açlık, yoksulluk vb. sosyal problemler, savaşlar, çatışmalar, tüm bunların kaynağı tektir: Anlama ve düşünme krizi. Düşüncede ortaya çıkan bu kriz İslam dünyasının tekelinde de değildir…
Küresel düşünce krizinin en belirgin göstergesi her gün şahit olduğumuz küresel çaptaki şiddet uygulamalarının yol açtığı tahribattır. Bunun en kaba örneğini de Birleşmiş Milletler’de görüyoruz. Öyle ki, bütün dünyanın ittifak ettiği bir hususu tek bir devlet geçersiz kılabilmektedir. BM, halklarının aleyhine çalışan köhnemiş rejimlerin yaşamasına müsamaha göstermektedir. Böyle bir düşünceden ve böyle bir kanundan daha büyük kriz mi olur? İnsanın saygınlığını çiğneyip insanlık haysiyetini küçük düşürmekten âlâ kriz mi olur?
“Dünya beşten büyüktür!”
Erdoğan’ın dünyaya meydan okurcasına yüksek sesle veto hakkının ilgasına çağıran “Dünya beşten büyüktür!” sözünün kıymetini ziyadesiyle takdir ediyoruz. Türkiye’nin çabalarının dünyada hüküm sürmekte olan veto ayıbını sonlandırmasını temenni ediyoruz.
Türkiye’nin veto hakkının ilgasına çağrısı, halkının kahir ekseriyetinin benimsemiş olduğu İslami değerlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim Türkiye bugün İslam dünyasının geri kalan kısmına demokrasi, ekonomi ve medeniyette rol model teşkil edecek bir örneklik oluşturmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin gelişmeye, refah seviyesini yükseltmeye, hak, adalet ve ihsan prensiplerinde sabit kadem olmaya devam etmesini diliyoruz…
TERÖR NEREDEN KAYNAKLANIYOR?
Uzun bir süredir insanlık, Âlemlerin Rabbi’nin topluma ve doğaya koymuş olduğu yasaları çiğnemesi sebebiyle felaketlerin ve savaşların ağır baskısı altında bitkin düşmüş vaziyettedir. Günümüzde, yeryüzünün dört bir yanını kasıp kavuran kanlı eylemler yüzünden Müslümanları ve İslam’ı kınayan yazı ve konuşmaların tırmanışa geçtiğini görmekteyiz.
Amerika Bağdadi’nin haricilerini küresel barış ve güvenliği tehdit eden en tehlikeli grup olarak takdim ederken İsrail Hamas ve diğer Filistinli grupları terör örgütleri olarak dünyaya takdim etmektedir. Suriye rejimi ise, ülkede kendisiyle savaşan tüm tarafları dünyadaki kötülüğün ve terörün ana kaynağı olarak itham etmektedir. İnsanlığın büyük kesimi şaşkın vaziyette olup terörün nereden geldiğini bir türlü bilememekte ve terörün ana kaynağını tespit edememektedir! Yahut da böyle bir görüntü vermektedir.
Medeniyetlerin ve toplumların yok oluş yasaları
Aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Sizden önceki toplumlar, saygın birisi hırsızlık yaptığında ona dokunmadıkları, bilakis zayıf birisi hırsızlık yaptığında ona had/ceza uygulamaları sebebiyle helak olup gitmiştir.” Bu hadis-i şerif medeniyetlerin ve toplumların yok oluş yasasını açıklamaktadır. Efendiler, yüce hedef ve esas gaye adalettir. Temel problem adaletin yok olmasıdır. Problemlerin tamamı adaletin tesis edilmesiyle çözüme kavuşur.
Günümüzde dünyayı menfaatlerini korumak için her yola başvuran zengin bir küçük grup yönetmektedir. Kendi çıkarlarını garanti altına almak için adına “Güvenlik Konseyi” dedikleri bir düzen kurdular. Üye devletlerin tamamının müttefik olmadığı bir kararın bu konseyden geçmesi mümkün değildir.
Mesela, uluslararası toplumun bazı temsilcileri, dünyada savaş suçu işleyenlerin yargılanmasına ilişkin kararlar çıkartmak için Güvenlik Konseyi’nde girişimde bulunmuştu. Amerika -İsrail’in gerçek suçlarını ortaya çıkarmayı amaçlayan her girişimde takındığı korumacı tavrı takınarak- bu girişimi engellemişti. Keza, Suriye’de sivil halka yönelik suç ve ihlallerle ilgili karar alma girişimleri Güvenlik Konseyi’nde her defasında Rusya’nın vetosuyla karşılaştı. Peki, böyle bir ‘meclis’ten dünya devlerinin ve suça bulaşmış ortaklarının çıkarlarına uymayan bir ‘güvenlik’ kararı çıkması nasıl beklenebilir?!
Suriye rejimi, mevcut bozuk küresel düzeni fırsat bilerek harici zihniyetli suçluları hapishanelerden tahliye etmiş ve onların silah depolarını ve petrol kuyularını ele geçirmelerini sağlamıştır. Böylece, suç sektöründe yarışacağı vahşi eylemleriyle kabadayılığını ispatlamış alternatif bir suç ortağı edinmiştir.
Dünyamızda yürürlükte olan ve her türlü alçakça eylemin fitilini ateşleyen formel terör örgütlerinin birinci kaynağı, küresel güç odaklarının çıkarlarına hizmet eden bu düzen ve standartlardır.
DUYGUSAL TEPKİLER VE ALLAH’IN TOPLUMSAL YASALARI
Mescid-i Aksa’nın kapılarının kapatılması sebebiyle Kudüs’te başlayan gösteriler anbean dünyanın dört bir yanında canlı olarak yayımlandı. Bunun üzerine İslam dünyası ayağa kalktı ve İsrail’e saldırmaya çağıran kızgın sesler yükselmeye başladı.
Aynı şekilde 1956 yılında Mısır’da Süveyş kanalı kamulaştırıldığında da İslam dünyasında tepkiler zirveye ulaşmıştı. Ben coşmuş duygularla değil sakin bir düşünceyle olup biteni anlamaya ve olayları takip etmeye çalışıyordum. Bazı arkadaşlarım İslam ümmetinin yaşadığı önemli olaylar karşısında pasif kaldığım yönünde görüş beyan ettiler. Ben de onlara demiştim ki:
Duygusal tepkiler bizi Allah’ın toplumlar için vazetmiş olduğu yasalardan (sünnetullah) uzaklaştırmamalı. Bu olaylar teenni ile analiz edilmelidir. Heyecana kapılıp reaksiyoner tavırlar ortaya koymamalıyız. Yine onlara demiştim ki; tenha bir yerde İslam’ın ve enbiyanın getirmiş olduğu ilkeleri âfak ve enfüs âyetleri (iç ve dış dünyamızdaki gerçekler) çerçevesinde keşfetme çabası içindeki bir şahıs, bütün dünya gibi bizim de tekrar edip durduğumuz üzücü olaylarla meşgul olmaktan çok daha önemli bir misyon üstlenmiş demektir.
OLAYLARI DOĞRU YORUMLAYABİLMEK
Gözümüzün önünde cereyan eden olayları doğru yorumlayabilmeyi öğrenebilmemizi o kadar temenni ediyorum ki… Te’vil, doğru yorum; olayı/ olup biteni kavramaktır. Yani, olayın gerçek nedeniyle bağını kurabilmektir. Zira, vuku bulan bir olay kendinden önceki sürecin sonucu, kendinden sonraki sürecin de sebebidir.
Keşke Müslümanlar olayları doğru okuyabilseler de bu olayların üzerinde cereyan ettiği yasaları kavrayabilseler ve gereken dersi çıkarabilseler! Çünkü, bu yasaları keşfetmek ve onlardan usulünce yararlanmak, mevcut tüm problemlerimizin çözümüne, çatışma ve düşmanlıkların ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktır. İşte bu yüzden gözlerimizin önünde ayan beyan cereyan eden, her gün gördüğümüz ve işittiğimiz çeşitli olayları gerçek yüzüyle görebilmeyi, iyi kavrayıp doğru yorumlayabilmeyi yürekten temenni ediyorum.
(…)
İnsan toplumsal yasaları kavramaya başladığında, Allah Teâlâ’nın insana belirli güçler bahşettiğini, onu sebep ve sonuçlar arasında bağ kurma ve olayları düşünme yeteneğiyle donattığını, maddeye ve hayata koymuş olduğu yasaları keşfedip kullanabilme becerisinin insanın güç ve imkânları dahilinde bulunduğunu anlayacaktır. İşte bu güç ve yetenek sayesinde kâinatın bütün güç ve enerji kaynakları insana itaat edebilmektedir.
Esasında temel sorun, bütün dünyanın, tüm toplumların tek bir toplum modelini benimsemiş olmasıdır: Müstekbirlerden/ezenlerden ve mustazaflardan/ezilenlerden oluşan toplum modeli! Çünkü bu toplumsal modelde şımarık müstekbirler sürekli bir gün mustazaf konumuna düşme korkusu yaşamakta, mustazaflar ise müstekbir olacakları günün hayalini kurmaktadır!
Müslümanların büyük bir kesimi hâlâ Avrupa Birliği’ni doğru okuyabilmiş ve doğru yorumlayabilmiş değildir. Bu birlikteliği ayıplıyorlar ve ‘iç menfaat’ için bu birliği kurmuş olmaları sebebiyle onları suçluyorlar. Peki, menfaat ve maslahat odaklı birlik kurmak ayıp mıdır? Keşke Müslümanlar da menfaatleri için eşitliğe dayalı bir birlik kurmayı başarabilseydi! İşte o zaman bu mevcut zilletten ve sürekli küçük düşürülmekten kurtulurlardı. Bu birliktelikte kimse kaybetmez, herkes kazançlı çıkardı. Komşu ülkelerin topraklarını asker ve savaş yoluyla fethetmelerine de hiç gerek kalmazdı. Çünkü onlar ‘lütfen bizi de aranıza alın, ülkenize katın’ diye kendileri talep ederlerdi. Ama maalesef durum böyle değil. Bu acziyeti, İslam âleminin dünyada olup bitenleri kavrayamadığının acı bir göstergesidir:
SİYASAL İSLAM
Mısır’da “Arâbî (Urâbî) Devrimi” başarısız olunca din adamı Muhammed Abduh Lübnan’a sürülmüştü. Orada kaleme aldığı “el-İslâm ve'n-Nasrâniyye maa'l-İlmi ve'l-Medeniyye” (İslam’ın ve Hıristiyanlığın İlme ve Medeniyete Bakışı) (1. Baskı: 1323/1905) isimli eserinde siyaset meselesine değinirken şu meşhur cümlesini yazmıştı: “Allah siyasete de tüm türevlerine de lanet etsin. Siyaset bir işe bulaştı mı mutlaka onu ifsad ediyor!”
İslam tarihinde gücün zirvesindeyken bile ihsan/iyilik ile muamele yöntemini benimsemenin son derece parlak örnekleri mevcuttur. Rasulullah (s) Kureyş heyetiyle ihsan/iyilik temeline dayalı ‘Hudeybiye Musalahası’nı imzalamıştı. Bu antlaşma sayesinde Kureyş ile Müslümanlar arasındaki savaş durmuş ve onlarca sene bu sulh korunmuştu.
O dönemde Allah Rasulu (s) dünyanın sayılı liderlerine mektuplar göndererek şu çağrıyı yapmıştı:
"Ey kitap ehli! Sizinle aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız, Allah'ın yanı sıra başka birilerini rabler olarak kabul etmeyeceğiz! Ve eğer yüz çevirirlerse o zaman deyiniz ki: Şahid olun ki biz, kesinlikle O'na teslim olduk.” (Âl-i İmran 3:64). Bu çağrı şu anlama geliyordu: Gelin, aramızda “eşitlik” ilkesini şiar edinelim. Kendimize ne veriyorsak karşımızdakine de aynısını verelim. Hiçbirimiz kanunun üzerinde değiliz.
İnsanlar arasında yeni ve daha kaliteli iletişim modelleri geliştirme imkânlarını ortaya çıkarma hususunda hâlâ fazlaca ağır ilerliyoruz. İşte beni nebilerin getirdiği mesajların hâlâ gökten yere inmediğini söylemeye iten sebep budur. Ancak biz günümüz dünyasında bunun müjdelerini görebiliyoruz. Mesela kendi aralarında benzersiz bir birlik oluşturabilmiş olan Avrupa Birliği örneği. Keza Türkiye’de kısmi de olsa bazı müjdelere şahitlik edebiliyoruz. Zira kılıçların gölgesine sığınmadan yeni bir siyasi İslam modeli sunmaktadır:
Türkiye Müslümanları demokratik yönetime yetmiş sene önce geçtiler. Ordu darbe yaptı ve demokratik yollarla seçilmiş Başbakan Adnan Menderes asılarak idam edildi! Buna meydan okumaya rağmen sabredip direndiler, şiddete ve suikasta bulaşmadılar. Nihayetinde başbakanlığı da cumhurbaşkanlığını da elde ettiler. İdamı kaldırdılar. Usulsüzlükleri ve hırsızlıkları durdurdular. Yolsuzluklara son verdiler. Borçları ödediler. Gelirleri onlarca kat arttı. Demokratik yöntemi benimsediklerini ispat ettiler. Oyların çoğunluğunu kaybettiklerinde yönetimi bırakacaklarını gösterdiler. Bu, meşruiyetlerini kendilerinden aldıkları toplumlarına hizmet yarışında öne geçme hususunda bölgemizde ilk kez şahit olduğumuz yeni bir örnektir.
SÖMÜRÜYE ELVERİŞLİLİK
Geçen yüzyılda, ellili yılların ortasında Şurûtu’n-Nahda (Kalkınmanın Şartları) isimli eserini okuyarak Malik bin Nebi’nin fikirleriyle tanıştığımda, onun özellikle “sömürüye elverişli olma durumu”nu ifade eden el-qâbiliyye li’l-isti’mâr (colonisabilité; sömürülebilirlik) kavramsallaştırmasıyla karşılaştığımda entelektüel şoka uğramıştım. Bu kavram hakikaten çarpıcıydı, çünkü olayları/ dünyada olup bitenleri anlamak için aykırı bir yorum içermekteydi.
O tarihlerde İslam âlemi olarak anti-sömürgecilik ve sömürgecilere karşı nefret duyguları içinde yüzüyorduk. Maruz kaldığımız tüm musibetleri onlara fatura ediyorduk. Bu adam çıktı ve sorunlarımıza yeni bir tasavvurla yaklaştı ve bu yeni yaklaşımına “el-qâbiliyye li’l-isti’mâr” adını koydu. Sorunlara yaklaşım tarzı ve üslubu kelimenin tam anlamıyla “yeni” olmakla birlikte, Kur’an ile sıkı irtibatım sebebiyle bu kavramı hiç yadırgamamıştım.
(…)
Malik, Şurûtu’n-Nahda isimli eserinin başına şöyle bir sembolik anlatım koymuştu:
“Âdem, yeryüzüne indirildiğinde orayı vahşi hayvanlarla dolu gördü. Kendisi ise bütün kâinat önünde anadan uryan, zayıf ve savunmasız idi. Yeryüzündeki tüm canlılar hayata başlama açısından insandan çok daha kıdemli idi. Âdem bu durumu Rabbine şikâyet etti. Rabbinin cevabı ise şu şekilde geldi: Sana akıl verdim. Sen bu akılla gökte uçabilir, en derinlere dalabilir, tüm vahşi hayvanlara meydan okuyabilirsin!”
Benzer bir alegoriyi Muhammed İkbal’in Şekvâ ve Cevâb-ı Şekvâ (Şikâyet ve Şikâyete Verilen Cevap) isimli kasidesinde buluruz. İkbal Müslümanların durumunu Rabbulâlemin’e şikâyet etmiş, düşmanlarının Müslümanlara nasıl boyun eğdirdiğini dile getirmiş ve “Nerede va’din/sözün Yâ Rabb!” diye tazarru etmişti. Kasidenin Şikâyete Verilen Cevap başlıklı bölümünde ise Rabbulâlemin’in İkbal’in bu serzenişine verdiği cevap aktarılıyordu: Ey Adam! Senin bu şikâyeti yapabilmen Hâliq’in/Yaratıcı’nın senin içine yerleştirmiş olduğu kudretin ispatıdır!
(…)
İnsanın yeryüzünde birçok alandaki geleceğine ilişkin projeksiyonlar Allah’ın vaatleriyle örtüşmektedir. Her gün farklı düşünürlerin ortaya koymuş olduğu ve sağlam adımlarla ilerleyen, yüce himmet sahibi, parlak ve gerçek fikirler göstermektedir ki; Allah Teâlâ’nın âdemoğluna üflemiş olduğu ruhi kudret sebebiyle insan zillete asla boyun eğmeyecektir… Allah zelil/ düşkün bir varlığı veli/vekil olarak yeryüzüne atamaz![†] Veli olarak atadığı birini de zelil etmez. Ona düşmanlık edeni de aziz (saygın ve güçlü) kılmaz…
OLGUDAN METNE
Bir insan size “es-selâmu aleykum” dediğinde, sözün söyleniş tarzından ve sesin tonlamasından o insanın sizi görmekten memnun ya da huzursuz olduğunu anlayabilirsiniz. Ancak bir kâğıdın üzerine “es-selâmu aleykum” ibaresini yazarsak bütün bu özellikler yok olur. “Nass” dediğimiz işte bu yazılı sözlerden oluşan metinlerdir.
(…)
Varlığın ilk mertebesi, açıkça görülen gerçek varlıklardır. Buna rağmen bizler bu aşamadaki gözlemlerimize bile bütünüyle güvenemeyiz. Zira duyularımız aldatıcıdır. Bunun en büyük delili uzun asırlar boyunca güneşin bizim etrafımızda döndüğünü sanmamızdır. Üstelik bu görüşü savunmak için savaşmaya ve ölmeye de hazırdık. Bu örnek bizim ihtilaf vuku bulduğunda kendisine müracaat ettiğimiz zâtî/somut varlıklar ve olgular hakkında bile görüşlerimizi gözden geçirmemiz gerektiğini kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya koymaktadır. Oysa güneş değişmemiştir, aynı güneştir. Bizim onun hakkındaki yanlış algımız sebebiyle değişecek de değildir.
İşitilen bir sözü kâğıda/yazıya dökerken de birtakım zaaflar yaşamaktayız. Çünkü kelimeler katettikleri her bir aşamada ya araya kaynayabilmekte ya da aralarına fazlalıklar katılabilmektedir. Bu vasfıyla nass/metin her ne kadar kusurlu ve zayıf da olsa gerçeklerin/olguların naklinde insanların kendisinden müstağni kalamayacağı bir zorunluluktur. Nitekim yazının icadından önce insanlar zihinlerindeki varlıklarını, tasavvurlarını muhafaza etme imkânına sahip değildi. Zira öldüklerinde kendileriyle birlikte bunlar da yok olmaktaydı.
Allah’ın koymuş olduğu yasalar asla değişmez ve bozulmaz. Dış ve iç dünyamızdaki göstergelere yeniden müracaat edecek olursak Kitab’tan anladıklarımızın ne kadarının hatalı ne kadarının da isabetli olduğunu daha iyi görmüş olacağız. Evet, vahiy kesilmiştir. Ancak tarih insanlığa, toplumlara hakikati göstermeye devam etmektedir.
Kıymetli okur, bunları düşünür de doğru bildiklerini gözden geçirmeyi göze alırsan bazı kuruntularını düzeltme imkânı bulmuş olursun. Burada açıkladığım husus gerçek/olgu ile nass/metin arasındaki ilişkinin yöntemi ve bilgisidir.
HAYALÎ YAKIT
Sosyal problemler, fiziksel problemlerden farklıdır ve kendine has bir niteliğe sahiptir. Mesela araba hayalî yakıtla hareket edemez. Ancak topluluklar hayalî yakıtla hareket edebilir, hem de son derece yanlış bir hayalle bile…
Gökbiliminden bir örnek vermemiz bu konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. İnsanlar, uzun zaman yeryüzünün sabit olduğuna ve güneşin bizim etrafımızda döndüğüne inandılar. Bu konuda kimsenin itiraz etmesine ve farklı bir yaklaşım ortaya koymasına asla müsamaha göstermediler. Bilindiği üzere Bruno, kilisenin inançlarıyla çelişen astronomi teorisi yüzünden ateşte yakılmıştı!
(…)
Adalet ve demokrasi dengesi siyasetçilerin vicdanına bırakılamaz. Ezilen halkları farkındalıklarını artırarak bilinçlendirmek, gökbilimi ve matematik alanındaki bilgileri gibi dünyamıza dayatılan yanılsamalara itibar etmeden gerçek sosyal mekanizmaları kavramalarına yardımcı olmak gerekmektedir. (Zira adalet ve demokrasi dengesini sağlamak ancak bu durumda mümkün olacaktır).
Birleşmiş Milletler'in yapısına hükmetmekte ve uluslararası meşruiyet olarak nitelenmekte olan bu illüzyonu hiç kimse eleştirmemekte ve bunun insanlık âlemindeki bozuluşun en büyük nedeni olduğunu aşikâr etmemektedir! İnsanlar gücün sultası (yönetme kudreti) olduğu yanılsamasından kurtuluncaya ve insana bahşedilmiş olan anlayış, düşünce ve kudretin gücünü fark edene, yeryüzündeki ve göklerdeki varlıkların kendi emrine verildiğini, bunları yönetme kudretini sadece insanın haiz olduğunu idrak edene kadar hayalin saltanatı devam edecektir.
SAVAŞLAR VE SALGIN HASTALIKLAR
Nebi aleyhisselam arkadaşlarından birine şöyle sordu: “Dua ederken ne söylüyorsun?” O da şöyle cevap verdi: “Şehadet kelimesini getirdikten sonra “Allah’ım, Senden Cennet’i istiyorum ve Sana ateşten (cehennemden) sığınıyorum.” diyorum. Ama ben sizin gibi ya da Muaz gibi güzel dua edemiyorum.” Nebi aleyhisselam dedi ki: “Biz de öyle dua ediyoruz.”
Savaşların ve insan öldürmenin problemlerimizi çözmediğini anlamamız mümkün müdür? İnsanlar, birbirlerini köleleştirmeden, adalet ve eşitlik söylemi ile problemlerini çözebilirler mi?
Savaşları salgın hastalıklara benzetebilir miyiz? Savaşların ve çatışmaların nedenlerini keşfedebileceğimizi ve bunları nasıl durduracağımızı öğrenebileceğimizi söyleyebilir miyiz? Bugün herhangi bir ülkede bir salgın hastalık yayılacak olursa; “Bu sadece kaza ve kaderin tecellisidir!” diyebilir miyiz? Bunun yerine; “Salgın bu ülkeyi olumsuz etkiledi, çünkü temizliğe dikkat etmiyorlar, hastaneleri de tedavi için yeterli düzeyde değil.” dememiz daha uygun değil midir? Eğer böyle düşünmüyorsak, bunun da nedenleri arayıp bulmalı ve çözüme ulaşmalıyız.
Tıpkı sizi seven birinin, sarılıp öperken hiç farkında olmadan size virüs veya mikrop bulaştırıp öldüğünüzde de ağlaması gibi sizi seven, sizi yetiştiren, sizi eğiten birinin de size ölümcül fikirler aşılaması; ötekine kin duyma ve onu öldürmeyi kaçınılmaz görme gibi fikir mikroplarını içinize derinlemesine işleyecek şekilde bulaştırabilir.
(…)
Fikrî hastalıkların toplumda yayılmasını engelleyen aşılar geliştirmemiz gerekir. Böylece çocuklarımız camiden üniversiteye kadar her nereye giderlerse gitsinler doğru yoldan sapmayacak, hiç kimse onları yanlış yola yönlendiremeyecektir. Bu (sosyal) aşının giriş kademesi tarih bilgisidir. Çünkü dengeli, kuşatıcı ve bütünlükçü bir tarih bilgisi insanın psikolojik sağlığını teminat altına alır. Böylece; “Biz Allah’ın çocukları ve sevdikleriyiz.” sapkınlığından kurtulup; “O’nun yarattığı beşer türünün sadece bir kısmı” olduklarını anlamalarını sağlar.
DEMOKRASİ OYUNU
(…)Demokrasi oyununda da kural bu olmalıdır. Şayet ittifaklar karmaşık bir hal almış ve işler birbirinin içine girmişse (olay kilitlenmişse), “işkur” diyebilmeli ve başlangıç noktasına, yani seçim sandığına geri dönebilmeliyiz.
Şahsen ben yetmiş yıldır Müslümanların sorunlarıyla ilgileniyorum. Babam 1946’da beni (okutmak için) Mısır’a gönderdiğinde, kendi kendime şöyle demiştim: “Bu senin gerçekleri keşfetmen için bir fırsat!” O gün bugündür okuyorum, dikkatle dinliyorum ve (toplumsal değişimi) takip ediyorum… Benim “mîzânlı şûrâ” (ölçülü/dengeli meşveret) diye isimlendirdiğim demokrasi konusunda ne vakit yeni bir şey duysam onu hemen el yazımla defterime kaydederim.
Cezayirli bir bakan 1990’da şöyle demişti: “Seçimleri kaybettik ama demokrasiyi kazandık.” Bu sözü işittiğimde demiştim ki; “İşte bu bir gelişmedir.” Her ne kadar olaylar daha sonra başka bir yöne evirilmiş olsa da…
Amerika, Irak’ı bombalamak için Türkiye topraklarından geçmek istediğinde, Erdoğan şöyle demişti: “Halkımıza danışacağız.” O vakit demiştim ki; “Bu, raşit halifelerden bu yana benzerini duymadığımız yeni bir söz.” Nihayetinde Amerika Irak’a Türkiye üzerinden geçemedi. Ama ne yazık ki Arap havaalanlarını kullanarak Irak’a saldırdı!
Bu olaydan çok daha uzun zaman önce, İsrail Arap devletlerinin topunu birden yendiğinde, şu tespiti yapan birini işitmiştim: “Bu yenilgi sadece askerî bir yenilgi değildir. Aynı zamanda kültürel yenilgiye uğradık!”
(…)
Medyanın karşılıklı kınamalarla köpürttüğü kargaşada yeterince belirgin olamıyorsa da tüm bu açıklamalarda gelişme rahatlıkla izlenebilmektedir.
Kültürel gelişme yavaştır, ancak köklüdür. Gelişmişliğin belirtilerinden biri de sanki Allah onlar gibisini yaratmamış gibi politikacıları yüceltme davranışının azalmasıdır. Keza bütün belaların müsebbibi olarak politikacıları görüp kınamanın uygun görülmemesidir. Bu yeni eğilimler, akıl ve bilimin getirdiği yaklaşımlardır.
Evet, pek çok noksanlık görüyoruz, ama kapsamlı bir bakış açısıyla olaylara baktığımızda işlerin köklü şekilde ilerlediğini görüyoruz. Mevcut anda saplanıp kalmamalıyız. Bilakis insanlığın uzun tarihini göz önünde bulundurarak tüm dünyanın nasıl kabuk değiştirdiğini görmeliyiz. (…)
Demokrasi fikri insanların hayatına girmeye başlamıştır. Ancak iyice kök salması gerekmektedir… Herkes şu söylemi benimsemeye hazır olmalıdır: “Seçimleri kaybettik ama demokrasiyi kazandık.” Aynı şekilde tüm politikacılar şu söylemi benimsemeye hazır olmalıdır: “Halkımıza danışacağız!”
KUR’AN’I BUGÜN NASIL ANLAYABİLİRİZ!?
İnsanoğlu, birkaç milyon yıl öncesine dayanan kökleri bulunan yüz binlerce yıllık bir tarihe sahiptir. Bu meyanda yeryüzü dile gelip haberlerini anlatmaktadır.Adeta bize; “Ben 4 milyar yaşındayım.” demektedir. Aynı şekilde güneş dile gelip; “Ben şu kadar yaşındayım…” demektedir. Yıldızlar bilim adamlarının ve araştırmacıların anladığı bir dilde konuşmaktadırlar. Bunların sözleri, aynen otomobiller, telefonlar, uydular, uçaklar ve bilgisayarlar gibi bize kendini dayatmaktadır.
İnsanoğlu, hayvanları avlayıp bitkileri toplayarak on binlerce yıl boyunca mağaralarda yaşadı. Tarım yapmayı ve hayvanları evcilleştirmeyi ancak 10 bin yıl önce öğrenebildi. 5 bin yıl öncesine kadar yazmayı öğrenebilmiş değildi. Bu tür bilgiler sürekli genişlemekte, derinleşmekte ve detaylanarak sürekli artmaktadır.
(…)
Dünya, Müslümanlara ‘aklını kullanmayan cahiller’ muamelesi yapmaktadır! Bu kanaat Müslümanların bölünmesinden ve çatışmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekliğimize, parçalanmışlığımıza ve geri kalmışlığımıza baktığımızda, bizim henüz gözlerimizi ve kulaklarımızı açmadığımızı, günümüz dünyasına henüz giriş yapmadığımız görmekteyiz.
Yapmamız gereken, Allah’ın Kitabı’yla ilişki tarzımızı ve ona ilişkin bakış açımızı yenilemektir. Beş yüz yıl ya da bin yıl önce fakihlerin ve âlimlerin geliştirmiş olduğu kavramları öğreten ama bugün Kur’an’ı nasıl anlamamız gerektiğini öğretmeyen şer’î medreselerin (din eğitimi veren okulların) eğitimlerini bu minvalde sürdürmesi makul (mantıklı) değildir!!
RIZIKLARI TAKSİM EDEN NE YÜCEDİR
Bir seferinde bir genç beni ziyarete gelmişti. Öğle yemeği vakti gelince onu da sofraya davet ettim. Yemekleri sofraya koyduğumuzda dedi ki: “Rızıkları taksim eden ne yücedir.”
Önemli bir konuyu gündeme getirmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm ve ona sakin bir tonda; “Kanaatimce rızıkların taksimi meselesini son derece yanlış anlıyoruz! Bu sözüme çok şaşırdı ve ardından dedi ki: Allah Rasulü’nün (s) şu hadisini bilmiyor musunuz?
“Sizlerden biriniz yaratıldığı zaman, insanın nüvesi olan madde ana rahminde nutfe halinde iken kırk gün muhafaza edilir. Sonra o kadar süre kan pıhtısı, ardından o kadar süre bir et parçası halinde orada kalır. Ondan sonra ona melek gönderilir, ona üfleyip ruh verir. Dört şeyi yazmakla emredilir: Rızkını, ecelini, amelini, ehl-i saadet veya ehl-i şekavet olduğunu…
Misafire teşekkür ettim ve dedim ki: Allah seni en güzeliyle ödüllendirsin kardeşim. Allah Rasulü’nün hadisini çok iyi ezberlemişsin. Ancak ben sana bir soru sormak istiyorum: Allah’ın göndermiş olduğu, ceninin rızkını vs. yazmasını emir buyurduğu bu melek sadece Müslüman kadınlara mı gidiyor yoksa Müslüman olmayan kadınlara da gidiyor mu?
Gencin bu soru karşısında çok şaşırdığı açıktı. Ancak kendini toparladı ve biraz düşündükten sonra şöyle dedi: Evet, meleğin onlara da gitmesi ve yazması gereken şeyi yazması icap eder.
Bu sefer ona şöyle sordum: Peki, bu melek mesela Japon ya da Alman kadınlarına gittiğinde onların karınlarındaki ceninlerin rızkını bol, ömrünü uzun, istatistiklerin de gösterdiği üzere korkudan uzak ve güven içinde yaşamalarını yazıyor da aynı melek neden Müslüman kadınlara gittiğinde onların karınlarındaki ceninlerin rızıklarını kıt ve dar, ecellerini (ömürlerini) kısa, huzur ve güvenin olmadığı, istihbarat teşkilatlarından ve hükümetlerinden korkarak yaşamalarını yazıyor? Bu meleğin Müslümanlara karşı önyargısı mı var? Yoksa işin başka ayrıntıları mı var?!
DİN VE SİYASET
Çoğu insan siyaseti ihanet ve fırsatçılığa dayalı bir dünya olarak anlamaktadır. Oysa dinin esas olarak dürüstlük, güvenilirlik, iyilik ve fedakârlık temeli üzerinde yükseldiğini biliyoruz. Peki bu ikisi aynı ortamda nasıl buluşabilir?
Nebilerin mesajı siyaseti dürüstlük, güven ve iyilik temeline oturtmak için gelmiştir. Aynı şekilde dürüstlüğün otoritesini siyasetin gadrine kolayca galip kılmak için gelmiştir.
Günümüzde yeryüzündeki tüm insanların yaşadıkları sorunlar; çevre kirliliği sorunlarından terörizm ve yolsuzluklara, bildiğimiz çatışmalardan bilmediklerimize kadar günümüzde ve geçmişte yaşanan tüm acılar, siyasetin dürüstlük, güven ve baskıyla olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır.
Kur’an’a göre iki tip millet/din vardır: “O kâfirler (kendi içlerinden gönderilen) elçilere şunu söylediler: “Ne pahasına olursa olsun ya sizi ülkemizden çıkarırız ya da dinimize dönersiniz; bunun başka yolu yok.” (İbrahim 14:13) diyen kavimlerin dini ve “Allah bizi kurtardıktan sonra tutar dininize dönersek Allah’a karşı tam bir yalan uydurmuş oluruz. Dininize dönmemiz olacak şey değildir…” (A’râf 7:89) diyen nebilerin dini. Nebiler dünyasının dürüstlük ve adalet, kavimler dünyasının ise zulüm ve hıyanet üzerine kurulu olduğunu şahsen çok net görebiliyorum.
Nebilerin çağrısı, hükümleri değiştirmeye ve yeni yaptırım türleri uygulamaya değil, toplumu ıslah edip adaleti sağlam bir şekilde yerleştirmeyedir. Bu siyasal reform, tevhit unsurlarının bir boyutudur. Zira tevhit; insanlığın müstekbir kodamanlara itaat etmekten kurtulup sadece Allah’a ve yasalarına boyun eğmesidir.
(…)
Bugünün dünyasında yürürlükte olan din, ahlakı siyasetten ayrıştıran, adaleti siyasetten uzaklaştıran, eşitliği siyasetten ayıran bir dindir. Günümüzde dünya hak/gerçek yerine kuvvete/güce kulluk etmektedir! Dini siyasetten ayıranların şeriat/hukuk algısı işte budur.
Günümüzde dünyanın dini ne hürriyet ne de demokrasidir, bambaşka bir şeydir… Bugünün dünyası, destek vermeyerek insanlık ilkelerine ihanet etmektedir. Bir çözüm geliştiremeyen, bir çıkış yolu bulamayan ezilmiş kadınları ve çocukları bir başına yapayalnız bırakanlar ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaktır!
“EY İLERİ GÖRÜŞLÜLER, BUNDAN DERS ALIN!”
Hikâye edildiğine göre adamın biri zamanın birinde tek başına Allah’a ibadet etmek için çöle gitmiş ve onu çevreleyen dağlara çıkmış.
Yamacı tırmanırken çıplak kayalarda kör bir karga görmüş. Kanadında da eski bir kırık varmış. Adam kuşun halini düşünerek oracıkta durakalmış. Şöyle düşünmeye başlamış: Bu karga kör… Uçamaz da… Bu zamana kadar nasıl hayatta kalabilmiş? Bu kayalık yerde rızkını nasıl buluyor acaba?
Adam kargayı uzaktan izlerken başka bir karga konuvermiş. Yanında bir miktar tahıl, tohum ve solucan da getirmiş. Başlamış kör kuşu beslemeye. Kuşların yavrularına yedirmesi gibi o kör karganın ağzına bu getirdiklerini koyarak beslemiş onu.
Adam gördüğü bu sahneden hayrete kapılmış… Kendi halini düşünmeye başlamış. Ardından kendi kendine şöyle demiş: “Sübhânallah! Allah dilediğini dilediğince rızıklandırır… O halde ben bu hayatta rızkımın peşinden koşuşturarak neden kendimi yorayım da mutsuz olayım?” Adam bir mağaraya sığınmaya ve ömrünün geri kalan kısmını itikâfta geçirmeye karar vermiş… Bu olayı duyan insanlar olmuş… Ona sadaka getirmeye başlamışlar. O da kendisine sunulanla yetiniyormuş.
Günler böylece geçip gidiyormuş. Derken bir gün âbitlerden biri mağarada uzlete çekilen bu adamı işitmiş. Durumunu öğrenmek ve işin aslını anlamak için adamı ziyarete gelmiş. “Seni kuş uçmaz kervan geçmez bu uzak mağarada yaşamaya iten sebep nedir?” diye sormuş. Adam ziyaretçisine hikâyesini anlatmış. İbadet kastıyla nasıl çöle geldiğini, kanadı kırık kör kargayı nasıl gördüğünü, daha sonra yorgunluk ve mutsuzluğu terk edip nasıl mağarada inzivaya çekilme ve bütün vaktini ibadete ve duaya hasretme kararı aldığını tek tek açıklamış.
Ziyaretçi, adamın hikâyesini dikkatle dinledikten sonra ona şöyle demiş: “Yazıklar olsun sana! Neden kanadı kırık kör bir kuş gibi olmayı seçtin? Her gün ona yiyecek getiren sağlam kuş gibi olmayı seçseydin ya! Neden çalışmayı ve hem kendin hem de başkaları için rızık kazanmayı seçmedin? Oysa sapasağlamsın, sağlığın yerinde!”
Hikâyenin devamında anlatıldığına göre gözlerden uzak bir mağarada inzivaya çekilen adam, bu nasihatin doğruluğuna kanaat getirerek şahit olduğu olaydan yanlış bir ders çıkardığının farkına varmış, mağarayı terk edip hem kendisi hem de başkaları için rızık aramaya koyulmuş…
(…)
Malik bin Nebi (Allah rahmet eylesin), yapılan işlere “tertemiz ve kutsal” ya da “kirli ve değersiz” olarak bakmayı eleştirirdi. Çünkü bu mantaliteyle kahraman bir mücadele adamı hain bir uşağa, sadık bir dost yaman bir düşmana, iyi bir mümin zındık bir kâfire kolayca dönüşebilir! Neyin iyi neyin kötü ve neyin yararlı neyin zararlı olduğunu araştırıp bunları birbirinden ayırt ederek tasnif edebilmek meseleyi ciddiyetle ele almayı gerektirir. Bunun için de serinkanlı ve bilinçli bir üsluba, konulara çeşitli yönlerden yaklaşabilme yetisine ve bilimsel bir yönteme ihtiyaç duyar.
İslam dünyasının meselelerini yetmiş yıldır takip etmekteyim. Tecrübelerim ve okumalarım, binlerce yıldan bu yana (dünyada) yaşayan ve insanı kurban olarak sunan insanoğlunun geleceği hakkında bende iyimser bir bakış açısı oluşturdu. Nitekim yolsuzluğu ve kan dökülmesini azaltmada, kölelik dönemini sona erdirmede önemli bir aşama kaydedilmiştir. Ancak yeryüzünde fesat çıkarma ve kan dökme eylemi ne hazindir ki devam etmektedir. Ama benim Kitap’ta, dış dünyada ve iç dünyada Allah’ın âyetlerini görmek için yaptığım okumalar, daha iyi bir dünyaya ulaşabilmemizin mümkün olduğu hususunda beni iyimser kılmıştır. Keza insanoğlunun yeryüzünün halifesi (yöneticisi) olmaya layık olduğu, fesat çıkarma ve kan dökme dönemini geride bırakacağı hususunda iyimserim.
1400 MEKKE-HAREM OLAYLARININ YILDÖNÜMÜ
Önceki bir yazımda, Mekke’de Mescid-i Haram’ın bir grup genç tarafından işgal edilişinin (39.) yıl dönümüydü. Hicrî 1400 yılında, muharrem ayının ilk günü sabah namazı vaktinde tabutların içinde (Kâbe’ye) silah sokmuşlardı. 20 Kasım 1979’da gerçekleşen bu işgalde gençler Mehdi’nin zuhur ettiğini ilan etmişti… Namaza gelenleri ona itaate zorlamışlar, Mescid-i Haram’ın kapılarını kapatıp kendilerini de sağlama almışlardı.
Tüm bu olaylar el-Kaide’nin ve Daiş’in ortaya çıkmasından, hatta Körfez savaşlarından ve 11 Eylül 2001 saldırılarından önce yaşanmıştı. O zamanlar, Suudi Arabistan’da yönetim sarsılmış, Mescid-i Haram işgali iki hafta kadar sürmüştü. Sonunda rejim yabancı devletlerin de yardımlarıyla Mescid’e baskın yapılarak gençler yakalandı ve daha sonra idam edildiler.
(…)
Bazı insanların gecenin bir yarısında yönetime el koymak için darbe yapmasını akıllarımızın nasıl kabullenebildiğini kendi kendime defalarca sorguladım. Başarılı olurlarsa sonsuza dek tapılan (sahte) ilahlara, başarısız olurlarsa idamlık hainlere dönüşüveriyorlar! Biteviye tekrarlanan bu olguyu aydınlar nasıl kabullenebiliyorlar?
(…)
Bu yaklaşımım, tiranların haklı olduğu ya da toplumsal ıslah talebinin yersiz olduğu anlamına gelmez. Ayrıca bu dinin uğruna hayatlarını feda eden gençlerin samimiyetinden de şüphe duymuyorum. Benim söylediğim şudur: Ey insanlar, bu yol yanlış! Bunların hepsi aynı mezhepten (zira aynı yöntemi benimsiyorlar). Gelen kişi gidenin bir benzeri. Öldürülen de öldürenin bir benzeri. Her ikisinin de hem düşünce tarzı hem de gelecekleri aynı…
Bu sözlerime katılmayanlar tarih okusunlar ve nebilerin rüşd toplumunu ikna yöntemiyle nasıl inşa ettiğine baksınlar. Nebi aleyhisselam, şiddete başvurmadan ve tek bir kişiyi öldürmeden iktidara gelmiştir. En üst düzeyde bir meşruiyetle iktidara geldikten sonra, herhangi bir meşru devlette olduğu gibi kanunların uygulanması ve insanlar arasında zulmün ortadan kaldırılması maksadıyla (sınırlı ve ölçülü düzeyde) şiddet kullanımına izin vermiştir.
1995’te Oklahoma’da bombalı eylem yapan, aynı yıl Tokyo metrosunu patlatan, 1981’de Enver Sedat’a suikast düzenleyen, 1995’te İzak Rabin’i öldüren, 2001 yılının Eylül ayında Amerika’ya saldıranlar, 2002’de Moskova’da tiyatro saldırısını gerçekleştiren, 2004 yılında Madrid, 2005 yılında Londra bombalamaları, 2011’de Oslo, 2015’te Paris saldırıları ve benzer saldırılar ile geçen yüz yıl boyunca savaş kararları almış olanlar, işte tüm bu insanlar, tarih bilgisinden yoksun olduklarını ve dünyada meydana gelen değişimi(n kanunu) bilmediklerini haykırmış oldular.
KENDİNİ BULDUN MU?
Zaman zaman konferans ve sempozyumlara katılma davetleri alıyorum. Bazen bu gibi davetlerin bir kısmının, İslam dünyasının fikir ve akıl bakımından ne kadar boş olduğuna delil teşkil ettiğini düşünürüm… Çünkü ara ara ihtisas alanımıza oldukça uzak konularda konuşmak için davet ediliyoruz. Konuşmalarımı dinleyen, yazdıklarımı okuyan çok sayıda insan var… Ancak ben bir ilim adamı olmaktan çok uzağım. Ben sadece insanları bilgi edinmeye teşvik ediyorum.
(…)
Celaleddin, daha önce hiç duymadığı bir fikri ondan duyunca şok olmuş ve Tebrizî’nin fikirlerine âdeta tutsak olmuştu. O kadar ki, Rûmî’nin öğrencileri Şems’e çok kızmış ve onu şehirden kovmuştu. Bu olaydan sonra Rûmî’nin tek önemli işi bu olmuş, öğrencilerini terk edip Tebrizî’yi armaya koyulmuştu. Uzun süre onu aramaya devam ettikten sonra fikrî bir aydınlanma yaşayarak uyanmıştı:
Aah! Ben Şems’i kaybetmedim, benim aradığım Şems değil aslında, aksine ben kendimi arıyormuşum! İşte o an Şems’i aramayı bırakan Rûmî geri dönüp kitabı “Mesnevî”yi telif etmeye başlamıştı. Son derece özgün ve yüksek düzeyli bu kitap, onun atalarının belirlediği çerçeveden çıkıp kendisini gerçekten bulduğunun ve canlı fikirler üretip gerçek tecrübeler edindiğinin delilidir.
Ben de kendimi buldum. Sen ey sevgili okuyucu kardeşim, olayı kavrayıp ilim ve derin bilgi için nitelikli zaman harcarsan, işte o zaman ne bana ne de başka birine ihtiyacın kalır. O zaman bizzat yolda olursun. İşte o zaman “Hayy ve Qayyûm: Diri ve Varlığı Yöneten” Allah ile, O’nun “âfâq ve enfüs: dış ve iç (dünya)” âyetleriyle (göstergeleriyle) beraber olursun.
Bu büyük bir olaydır. İşte bu yüzdendir ki, nasıl özgürleşeceğimizi, Allah’a ve O’nun sünnetlerine (yasalarına) nasıl bağlanacağımızı kendisinden öğrenebileceğimiz, hakikaten anlayan, inanıp güvenen, bize yolumuzu ve kendimizi nasıl bulabileceğimizi öğretecek bir insan bulmayı umut ediyoruz. Bizi müritlerinden ya da takipçilerinden biri yapacak birini değil…
EN BÜYÜK İMAM KİMDİR?
Kitaplarımda, makalelerimde, derslerimde ve (konferansa) gittiğim her yerde, fikrî ürünlerimi muhataplarıma sunuyorum. Yirmi yıl önce Amerika’ya yaptığım bir ziyarette, bir üniversite din ile hukuk (arasındaki ilişki) hakkında bir yazı kaleme almamı istemişti.Bütün sadeliğiyle şu hususu yazmıştım: Hukuk iki insanın karşılaşmasıyla doğar… Eğer insan (sahipsiz ve içinde) kimsenin bulunmadığı bir mağaraya girmişse, mağaranın istediği yerinde oturma hakkına sahiptir. Ancak başka birinin bulunduğu bir mağaraya girmişse, gidip bu kişinin yerine oturma hakkına sahip olamaz. Aksi takdirde gidip o kişinin üzerine oturarak ona sandalye muamelesi yapmış olur!
(…)Öğretmenlerden korktuğumuz için bunu onlara sormaya cesaret edemiyorduk. Bu yüzden anneme sormuştum. Annem (sorumun cevabına) kitaptan dikkatlice bakmıştı… Sonra bana da (parmağıyla) göstererek; “Duanın doğru nüshası budur. Çünkü İmam-ı A’zam’ın (‘En Büyük İmam’ın) itimat ettiği nüsha budur.” demişti.
(…) Birkaç yıl sonra, eğitim almak için Ezher’e gitme imkânı bulmuştum. İlmi çok seven annemin de bunda rolü vardı. Köy işlerinde yardımıma ihtiyaç duymasına rağmen babamı beni göndermesi için ikna etmişti. Üstelik toplumumuzda ilim tahsili pek de takdir görmüyordu. Hatta bilimden korkuyorlardı. Çünkü yaygın fikir; eğitim görenlerin dini terk edip laikleştiği yönündeydi.
Babamın terkisinde tren istasyonuna doğru at sürerken bir ara dedi ki: “Seni Mısır’a din ilmini öğrenmen için yolluyorum. Sana tavsiyem asla vahhabi olmamandır!” Bunun üzerine bu yolculuğun değişmemin ve farklı biri olmamın yolunu açacağını düşünmüştüm.
Önce Şam’a sonra Hayfa’ya gittim (İsrail henüz kurulmamıştı). Oradan da trene binerek Mısır’a doğru yol aldık. (Kahire’ye) varıp bir camiye girerken kapıya yapıştırılan ve üzerinde şu uyarının yazıldığı pankartı görünce şok olmuştum: “Yankesicilerden sakının!”… Allah’ın evlerinden birinin kapısında böyle bir uyarı yazılmasına gerçekten çok şaşırmıştım.
(…)En büyük imamın kim olduğuna ilişkin sorgulamamın etkenleri nelerdi, onu bilmiyorum. Ancak bu ilk ve erken sorgulamam, halen dünyayı meşgul eden temel felsefi sorgulama olmaya devam etmektedir. Bu soru sonraları daha da gelişti: Sadece Sünni ya da Şii mezheplerin alt kollarından hangisinin en doğru olduğu değil farklı dinlerden hangisinin, (bir dine) inananlardan ya da inanmayanlardan hangilerinin en doğru olduğu, dahası, hakikati nasıl bilebileceğimiz sorusuna evirildi.
(…)
Mısır’daki eğitimim esnasında, zamanımın büyük kısmını “Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye: Mısır Millî Kütüphanesi”nde geçiriyordum. Kataloglardan İslamiyet hakkındaki kitapları araştırıyordum. Hem lehte hem de aleyhte yazılanları inceliyor, bunlara yazılan reddiyeleri de okuyordum… Kitabevinin kapısından her çıkışımda; “Aah, bu mekânda ihtiyacım olan ne kadar da çok fikir ve bilgi varmış!?” diyordum.
Her insanın zaman zaman baş ağrıtan ve kafa karıştıran soruların hücumuna uğradığını biliyorum: Gerçeği nasıl bilirim? Eğitimsiz sade bir insan bu sorularla karşılaştığında şöyle der: Şayet falan ülkede doğmuş olsaydım filanca dine mensup olurdum…!!
Hem yerel hem de küresel büyüklerimizi araştırmaya, en büyük imamın kim olduğunu sorgulamaya başladığımdan bu yana tam üç çeyrek asır geçmiş… Çocukça başlayıp felsefi boyutta devam eden sorgularım, bilgi edinme konusunda beni iki kaynağa götürdü: Kur’an-ı Kerim ve dünya tarihi.
(…)
KUR’AN BENİ NASIL ÖZGÜRLEŞTİRDİ?
Suriye’deki köyüm Bi’ruacem’de her gün gece saat üçte uyanır, sabah namazı vaktine kadar okur, sonra dışarı çıkıp bisikletime binerek camiye giderdim. Ardından tarlaya gidip çalışırdım. Bu arada aklıma bir fikir gelince hemen rastladığım ilk sokak lambasının altında durur, bisikletten iner, cebimden küçük not defterimi çıkarıp aklıma gelen fikri yazardım. Bazen tek bir sefer boyunca birkaç kez durup not aldığım olurdu.
(…)
Ben de fikirlerimi açıklamakta zorluk çekmeye devam ediyorum. Fikirlerimi yeterince açık bir dille izah edemediğim için zaman zaman hayıflanıyorum. Bazen kendimi zayıf bir avukat gibi görüyorum. Zira fikirlerimi zayıf şekilde savunuyorum. Bazen de örnek olarak bazı isim ve şahsiyetleri ele alıyorum, oysa benim hedefim şahıslar dünyasını aşmaktır (…)
Ahirette ne büyükler ne de fakihler bana aslâ yardım etmeyecektir: “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir; yükü ağır gelen kimse onu taşımak için yardım istese, yakını da olsa (bir başkası) onun yükünün bir kısmını dahi taşıyamaz. Şu bir gerçek ki sen, Rablerine karşı derin bir ürperti duyanları ve kulluğun hakkını verenleri uyarabilirsin; hem kim arınırsa sırf kendisi için arınmış olur. Zira bütün yollar Allah’a çıkar.” (Fâtır 35:18).
Benim için en iyisi, cahillik ve taklitçilik yaparak kimsenin peşine takılmamamdır: “Ve bilmediğin bir şeyin peşinden gitme! Çünkü kulak, göz ve gönül; bütün bunlar (hesap günü) ondan dolayı sorguya çekilecektir.” (İsra, 17:36).
Büyüklerle ilişkili olmak bir fikrî doğumu gerektirir. Yani büyüklerin fikrî rahminden çıkmamız icap eder. Çünkü çocuğun annesinin rahminde gerekenden uzun süre kalması hem anne hem de cenin için tehlike arz eder.
.Bilgilerimin noksanlığını ve delillerimin zayıflığını yeniden itiraf ediyor ve bundan dolayı özür beyanımı yineliyorum.
Ama gençleri bilgiyi aramaya ve bunun için onları farklı kaynaklara başvurmaya davet ediyorum. Ve onlara diyorum ki: Fikirleri aslâ taklit yoluyla ve önünü arkasını iyice düşünmeden kabul etmeyiniz. Ancak aynı şekilde, benimsediğiniz fikirlerle -önünü arkasını iyice düşünmeden, taklitçilik yaparak- aslâ başkalarını tekfir etmeyiniz.
Hazırlayan:Hertaraf Haber Kültür Sanat Servisi / Ali DALAZ
Ebu Ubeyde: Nasrallah'ın yasını tutuyoruz
28.09.2024
HİZBULLAH'IN FİLİSTİN SINAVI | HAZIM KORAL
28.09.2024
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024