metrika yandex
  • $34.34
  • 37.69
  • GA21310

Haberler / Yazı Dizisi

Kur’an- Meal İlişkisi ve Meal Okumanın Anlam ve Önemi Üzerine -6/Mehmet Yaşar Soyalan

15.01.2024

e) İlk Muhatapların Dili, Kültür ve Tarihi Hakkında Bilgi Sahibi Olmak

Kur’ân'ın anlaşılabilmesi sorunu ister istemez Arapça’nın özelliklerini ve yapısını da kendiliğinden gündeme getiriyor. Kur’ân'ın gereği gibi anlaşılması açısından Arapça öğrenmenin gerekliliği şüphesiz tartışılmaz; ancak, Kur’ân meâli okumak isteyen birinin böyle bir zorunluluğu bulunmamakla birlikte, bu dilin gerisinde yatan veya başka bir deyişle, bu dilin üstüne oturduğu kültürü yakından tanıması, okuduğu metnin arka planını görmesi açısından büyük yararlar sağlayacaktır. Çünkü bir dil, sahip olduğu kültür üzerinde gelişip yayılıyor. Özellikle terimler ve kavramlar, o toplumun kültürünün ve anlayışının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Bir noktada diller, toplumların aynaları sayılırlar; dillere bakılarak o toplumlar hakkında bilgi edinmek mümkün olabilir.

Kur’ân meâli okuyanların aynı zamanda hem ilk muhatapların, hem de nüzul döneminin gündemini ve sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumlarını öğreniyor olduklarını da unutmamaları gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm bir defada nâzil olmuş (hepsi toptan gelmiş) bir kitap değildir. Yirmi üç yıllık bir zaman dilimine yayılarak nazil olmuştur. Dolayısıyla, bu zaman dilimi içerisinde meydana gelmiş birçok olayın izlerini Kur’ân metninde görmemiz mümkündür. Savaşlar, kabileler arası ilişkiler, Ehli Kitâb’ın ve münâfıkların tavrı, Müslümanların içinde bulundukları durum vs... pekçok konu Kur’ân'ın nüzul seyrine uygun olarak içerisinde kendisine bir yer bulmuştur.

Bu örneklerle, Kur’ân'ın yaşanan hayatla ne kadar içli dışlı olduğu gösterilmiş ve bugün için bazı örneklikler sunulmuştur. Ayrıca Meâli okuyacak insanın aynı zamanda, bir dönemin tarihîni de okuyacak olduğunu bilmesi gerekir. Okuyucu, Kur’ân meâli okurken kendi tarihîni gözden geçirmeyi, yaşadığı hayatı ve olayları sorgulamayı, kısacası okuduklarından kendi adına bazı dersler çıkarmayı da unutmamalıdır.

Kur’ân, Arapça konuşan bir topluma inmiştir ve Kur’ân'la ilk defa bu insanlar muhatap olmuşlardır. Bu toplumun da -her toplumda olduğu gibi- kendine özgü anlayışları, inançları ve yaşama biçimleri vardı. Bazı toplumlarla benzeşen ve benzeşmeyen, yalnızca kendilerine özgü yanları vardı. Bazı toplumları etkilemişler ve bazı toplumlar tarafından da etkilenmişlerdi. Özellikle şehirlerde ve büyük yerleşim merkezlerinde yaşayanlar bu tür etkilere daha açık haldeydiler. Özellikle Yahudi ve Hiristiyanlarla birlikte yaşıyorlardı. Kur'an da öncelikle bu yerleşim bölgelerindeki insanları muhatap kabul ediyordu.

Kur’ân, indiği toplumun dilini ve kültürünü hesaba kattığı, bu insanları muhatap kabul ettiği içindir ki, Arapça olarak vahyedilmiştir. Mekke ve çevresinde yaşayanların olumlu anlayış, gelenek ve uygulamaları Kur’ân tarafından da benimsenmiş, örneğin, hacc, kurban, namaz vs. gibi bazı uygulamaları dinin ilkeleri haline getirmiştir. Aynı şekilde yanlış bulduğu pek çok inanç, anlayış ve uygulamayı da eddetmiştir. Bu red ve kabuller, Kur’ân'ın muhatabını, dolayısıyla onun kültür ve geleneğini önemsediğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu nedenle günümüz meal okuyucusunun bunları bilmesi, mesajı doğru algılamasında kendisine önemli katkılar sağlayacaktır.

 

f) Diller Canlılar Gibidir, Gelişirler ve Ölürler

Meal okumaya karar veren kişi bilmelidir ki, Kur’an, yeryüzündeki dillerden bir dil, üstelik o dönemde pek gelişmemiş bir dil olan Arapça ile nazıl olmuştur. Allah mesajını insanlığa bu kez bu dil üzerinden göndermiş ve Arapçanın gelişmiş ve uluslararası dil olmasını sağlamıştır. Arapça bu sayede serpilip gelişmiştir., Kur'an sayesinde kendi havzasının dışına taşmış, insanların en çok öğrenmek istedikleri bir dil haline gelmiştir.

Tüm diller böyledir bir vesile ile gelişir veya gerilerler. Tıpkı bir canlı organizma gibi doğar, gelişir ve ölürler. Yani zaman içerisinde hem kelimelerin içeriğinde, anlamında hem de görüntüsünde, resminde bazı değişikliklere uğrarlar. Bir dil olarak elbette Arapça da böyle bir süreç yaşamış, pek çok yeni kelime kazanmanın yanında, mevcut kelimeleri de anlam, teleffuz ve şekil/yazım değişikliklerine maruz kalmıştır. İşte bu durum, Kur'an metnini anlama konusunda bazı temel ve önemli sorunlar yaşamamıza neden olmuştur.

Bu nedenle meâl okuyucusu, dilin bir canlı organizma gibi olduğunu, bir canlı gibi gelişip gerilediğini, şartlara göre değiştiğini, şartlar değiştikçe, dilin sahip olduğu kelimelerin zaman içerisinde yeni anlamlar kazandığını da düşünmelidir.

Kur’ân'ın sadece bir dönemin sorunları ile ilgilenmek üzere ve sadece bir yörenin insanına, belli bir zaman dilimi içerisinde seslenmek kaydı-şartıyla gelmediği fikri doğrudur. Ancak, Kur’ân'ın, Hz. Muhammed'e miladî 610'da nazil olmaya başladığı ve bu nüzul'un 632'de sona erdiği de başka bir doğrudur. Bunun ne anlama geldiğini az önce değerlendirdik. Kur’ân'ın mesajının (içeriğinin) geneli itibari ile çağını aşan bir özellikte olması, bu mesajın bir aracı olan dilin de zaman ve mekân üstü olduğu anlamına gelmez. Çünkü tarihin hiçbir döneminde böyle bir dil mevcut olmamıştır.

Dil, insanlar ile iletişim kurmanın yegâne yoludur. Dili, dil yapan; semboller, işaretler, sesler vs.’dir. İnsanoğluna bu aracı veren de Rabbimizin kendisidir. Rabbimizin insanoğluna tanışsınlar, anlaşsınlar diye verdiği bu diller zaman içerisinde değişime uğramaktadır. Bu da Rabbimizin dilemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla, İlahî Kelâm'ın mesajının zaman ve mekan üstü olması, onu insanlara ulaştıran araçın/dilin de böyle olduğu anlamına gelmez. Dil olma, yani, bir anlaşma aracı olması açısından bütün diller aynı yasalara tabidir. Bu anlamda hiçbir dilin diğerine üstünlüğü yoktur. Dillerin gelişmişliği, büyüklüğü veya küçüklüğü, sahip olduğu kelimelerin azlığı veya çokluğu, onu kullanan toplumların güçlülüğü veya zayıflığı ile, hadari/ şehirli veya bedevî olduklarıyla doğrudan ilişkilidir.

Kur’ân mesajının değişmemiş ve değişmeyecek olması, Kur’ân'ın topluma ulaşmasında aracı olarak kullandığı Arapça kelimelerin, bugün de hâlâ aynı (Kur’ân'ın indiği dönemdeki ilk) anlamlarını koruduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde Kur’ân'ın bir "İlâhî Kelâm" olmasından, bu İlâhî Kelâm'ın, Rabbimizin diller için koyduğu temel yasalara uymayacağı, bu yasaların üstünde olacağı anlamını çıkaramayız. Rabbimiz dileseydi diller üstü bir dil, kültürler üstü bir dil ve bu dilleri anlayacak bir toplum yaratır, kitaplarını/vahiylerini o dilde gönderebilirdi. Ancak O, böyle dilemedi. Böyle bir dil var etmedi. İradesi şu anki var oluş üzerine tecelli etti. Bilindiği gibi O, önceki vahiylerini farklı dillerde, farklı toplumlara göndermiş, bir anlamda dillerin bir birinden farklı olmadığına da işaret etmiştir.

Bu nedenle, günümüzde Arapça kelimelere yüklenen anlamların, onların görüntülerinin, hatta harflerin bazı şekilsel değişikliklere uğramadığını söyleyemeyiz. Diller de insanlar gibidirler yaşar ve ölürler. İnsanoğluna düşen, eğer, o metni derinlemesine anlamak istiyorlarsa, anlamak istedikleri metni, dillerdeki bu değişimi ve gelişimi hesaba katarak okumaya çalışmak, kelime ve kavramların ilk anlamlarına ulaşmaya gayret etmek olmalıdır.

Çünkü Kur’ân'ın belli bir dönem kesitinde belli bir dil ile indiği ve üzerinden de yaklaşık bin beş yüz yıl gibi bir zaman dilimi geçtiği göz önünde bulundurulursa, böyle uzun bir dönemde, birçok dilin başına gelen durumun, (yani, dildeki değişimlerin, kelimelerin yeni yeni anlamlar kazanmasının) Kur’ân'ın kullandığı dilin başına da gelebileceğinin bilinmesinin birçok faydaları vardır. Örneğin, bir terimin, bir kelimenin ilk anlamının bugün konuşulan, meâlde kullanılan anlamından farklı olabileceğinin bilinmesi düşüncelerin kemikleşmesine engel olur. Meâl okuyan kişi, kendisine çelişki gibi gelen pekçok şeyin bu anlam kaymalarından kaynaklanabileceğini düşünebilir. Böylece gerçek anlamını bulmak için bir çaba ve gayretin içerisine girer. En azından önyargılı olmaz. Ulaştığı sonuçları kesin doğrular olarak algılayıp, farklı şekilde anlayanları peşinen mahkûm etmez. Müslümanların arasında bir hoşgörü ortamının oluşmasına da katkıda bulunabilir.

g) Mütercimler Hata Yapabilir veya Önyargılı Davranabilirler

Muhatap Meal okurken karşılaştığı sıkıntıların önemli bir kısmının, mütercimlerin özel durumlarıyla ilgili olduğunu hesaba katmalıdır. Çünkü hata yapmak, insanoğlunun eti kemiği gibi bir şeydir. İnsanın olduğu yerde, hatanın, eksikliğin olmaması sözkonusu olamaz. Hata ve eksiklik insanın, insan olma özelliğinin bir parçasıdır. Sadece yüce Rabbimiz, hata ve eksikliklerden münezzehtir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, meâli hazırlayanların insan olduğu düşünüldüğünde, başka hiçbir zaaf aranmasa dahi, sadece bu zaaf, meâllerde bazı hata ve eksikliklerin olabileceğinin işareti sayılabilir.

Meâlleri yapanların insan olma zaaflarına bir de, tarihten devraldığımız bakış açısı, kültürel miras ve içinde yaşadığımız şartlar eklenince, insanların farklı anlayış ve düşüncelere sahip olması ve kendilerini bu çerçevede ifade etmeleri olağan bir durumdur ve hatta bu durumun bazı önyargılara sebep olması da mümkündür. Bu önyargılar, bazı tarihî olayları olduğundan farklı yorumlanmasına, bazı kelime ve terimlerin de bu çerçevede anlaşılmasına neden olabilir. Kısacası bu önyargılar mütercimlerin şahsında herhangi bir kelime ve terimin anlamı ve yorumu olarak meâllere yansıyabilir. Bu nedenle, Kur’ân meâllerindeki insan unsurunun göz önünde bulundurulması okuyucuyu teyakkuz halinde bulunduracağından, bazı yanlışların fark edilmesini sağlayabilir.

Aynı şekilde Müslümanlar da diğer insanlar gibi hatadan berî değillerdir. Bu nedenle, bir Müslümanın yapmaması gerekir dediğimiz birçok şeyi, Müslümanlar ilk yıllardan bu yana yapagelmektedirler. Bu anlamda Müslümanların tarihi de, diğer toplumların tarihinden çok da farklı değildir. Bu açıdan bakıldığında, Müslümanların yaşadığı tarih, birçok siyasî ve fikrî çatışmaların olduğu, kanlı çarpışmaların, savaşların cereyan ettiği bir tarih olarak da algılanabilir. Çok gerilere gitmeye gerek yok, bugün de benzer şeyleri yaşamıyor muyuz? Tarihte de her grubun kendini haklı göstermek için Kur’ân'da destek arama çabalarına girdiğine şahit oluyoruz. Bu mücadele belki her zaman, Muâviye'nin yaptığı gibi, mızrakların ucuna Kur’ân âyetlerinin yazıldığı sahifeleri takacak kadar ileri gitmiyordur ama her zaman, Müslümanlar kendilerini haklı çıkarmak için Kur’ân âyetlerinin arkasına gizlenegelmişlerdir. Bugün bu tür çabaların yansımalarını tefsir ve meallerda maalesef görüyoruz.

Meâli hazırlayan kişi, ne kadar titiz olursa olsun bu anlayışların etkisinde kalabilir. Bu anlayışını doğal olarak hazırladığı meâle de yansıtabilir. Bunun örneklerini mevcut birçok meâl ve tefsirde görebiliyoruz. Örneğin, bir şefâat, bir hikmet, bir fısk, bir âyet (mucize), vahy teriminin anlamı oldukça değişmiş olarak meâl ve tefsirlermizde yer alabilmiştir. Biz de, bu ve benzer kelime ve terimleri bu değişik anlamlarıyla okuyup anlamakta, belki de bir başkasına aktarmaktayız. Tüm bu tartışmaların yaşanmış olması, hâlâ da yaşanıyor olması, Kur’ân'ı anlamak ve yaşamak isteyen insanları oldukça düşündürmesi gerekir. Özellikle meâl okuyucusu bu konuda daha dikkatli davranmak durumundadır.

Meâllerde; yaşanan olayların ve tarihî mirasın, mütercimler üzerindeki yönlendirici etkisinin yanında; mütercimlerin, tercüme ettikleri metne, metnin içeriğine hâkim olamamalarından, dilin inceliklerini kavrayamamalarından veya metni kendi dilinde (tercüme dilinde) yeteri kadar ifade edememelerinden kaynaklanan sorunlar da mevcuttur. Bu sorunlar, aynı zamanda, mütercimin, kelime ve terimlerin ilk anlamlarına ulaşmalarına da engel teşkil etmektedir. Bu nedenle, birçok mütercim, kelimelerin sonradan kazandıkları anlamlarından yola çıkarak meâl hazırlamaktadır. Bu da okuyucunun Kur’ân'ın mesajından gereği gibi istifade edememesine neden olmaktadır.

Bilindiği gibi tarihimizde birçok siyasî ve sosyal hadiseler meydana gelmiş, bu hadiselerin kültürümüz üzerinde olumlu veya olumsuz pekçok etkisi olmuştur. Mütercimlerin önemli bir kısmı bu olayları yeteri kadar tahlil edemedikleri anlaşılmakadır. Böyle olunca bu insanların, kelimelerin bu siyasî ve fikrî olayların etkisiyle kazandıkları yeni anlamlarına göre meâl yapıyor olmaları uzak bir ihtimal değildir. Genellikle bu şekilde hazırlanmış meâllerle karşı karşıya kalan okuyucu da kelime ve terimleri, dolayısıyla, âyetleri sonradan kazandıkları anlamlarıyla öğrenme durumunda kalıyorlar. Böylece âyetlerin zaman içerisinde kazandıkları bu yeni anlamlar, okuyucu tarafından asıl anlamlar olarak zannediliyor. Kur’ân meâli okuyucusu olarak bizler de düşüncemizi, bu sonradan kazanılmış anlamlara göre temellendirip dizayn ediyoruz. İnancımızı anladığımıza göre şekillendiriyoruz. Eğer, tarihteki bu hadiselerin varlığını ve bunların dil üzerindeki etkisini kabul eder, dildeki bu değişimin Kur’ân meâlleri ve tefsirlerine etkisinin ve yansıma ihtimalinin az olmadığını bilirsek, ulaştığımız sonuçları daha ihtiyatlı değerlendirir, daha sağlıklı sonuçlara ulaşma şansını da elde edebiliriz.

Tarihten gelen problemler sadece kelime ve terimlerin yeni anlamlar kazanmasıyla sınırlı değildir. Kur’ân'da olmayan pekçok konu, Kur’ân'da işleniyormuş, konu ediliyormuş gibi meâl ve tefsirlerde yer almaktadır. Kur'an'ın dile getirmediği bazı konular, meâllerde açık bir şekilde ifade edilmekle beraber, bazı konular da dolaylı olarak (parantez içi ifadeler ve açıklamalarla) dile getirilmektedir. Bazı konular ise dipnotlar düşülerek ifade ediliyor. Bu da, birçok okuyucunun kafasında yer ediyor, okuyucular da bu âyetleri çok zaman o bağlamda anlıyorlar. Sonuçta okuyucu, o konuları Kur’ân'ın bir parçası sanıyor. Gerek açıkça meâllerde ifade edilen, gerekse okuyucunun zihin yanılsaması sonucu öyle algılanan pekçok konu, bugün neredeyse Kur’ân'ın temel konusuymuş gibi karşımıza çıkmaktadır. Gayr-i metluv vahy, kabir azabı, şefâat, mirâc, Ramazan orucunda keffâret, kerâmet, mucize vs... gibi konular bunlara örnek olarak verilebilir. Bu konuların içeriğini bilmese, bu alandaki ihtilafların varlıgından haberdar olmak bile, okuyucuya büyük kolaylıklar sağlayacak ve içinde araştırma arzusunun doğmasına neden olabilecektir.

h) Dillerdeki Üslup ve İfade Biçimlerinin Önemi

Okuyucunun farkında olması gereken konulardan birisi de dillerdeki ifade biçimlerinin ve üslup yapılarının onun anlam dünyasını kavramada önemli etkisi olduğudur. Kur’an’ın kendine özgü ifade biçimleri ve anlatım yöntemleri bulunsa da bunların indiği dilin ve genel dil kurallarının yapısı ile uyumlu bir şekilde oluştuğunu bilmesi gerekir.

Kur’an’ın öncelikle dini bir metin olduğu hesaba katılırsa, dini metinlerin genellikle sembolik ifadelerle yüklü olduğu ve bunların özel karşılıklarının/ anlamlarının bulunduğunun da bilinmesi gerekir. Örneğin gayb/görünmeyen/bilinmeyen âlemi ile ilgili anlatımlar, doğal olarak şehadet/görünen/bilinen âlemi ile ilgili anlatımlardan farklı olacaktır.

Bütün diller kendilerini edebî teknik, üslup ve ifade biçimleriyle ayakta tutarlar. Meramını ve mesajını bu teknikleri kullanarak ifade ederler. Kur’ân da, Arap lisanı üzere gelen bir kitap olarak, mesajını (Arapça’nın yapısına uygun) bu teknik ve yöntemlerle insanlara ulaştırmaktadır. Bir dilde kullanılan teknik ve yöntemler aşağı yukarı bütün dillerde birbirine benzerdir. Bu anlamda Arapların kullandığı ifade biçimleri teknik ve yöntemler bir başka dilde kullanılandan çok farklı değildir. Bu ortak özellik aslında, hangi dili konuşursa konuşsun insanoğlunun ortak özelliğidir. Aynı zamanda, bu ortak özellikler dillerin birbiri ile alış verişine de imkân verir. Çünkü diller bu özellikler üzerine bina edilirler. Bu nedenle, biz çevremize ana dilimiz ve onun anlatım usulleri penceresinden bakarız. Evreni ve eşyayı bu pencereden bakarak algılarız, hatta adlandırırız. Dolayısıyla, bir şeyi ilk defa isimlendirirken veya bir olayı yorumlarken ana dilimizin kültürel arka planı ve anlam örgüsünün etkisinde kalırız. Farkında olarak veya olmayarak bu kelimeleri dilimizin kurgusu ve anlam örgüsü içerisinde ifade ederiz.

Kur’ân'ın öncelikli meselesi, muhataplarının zihinlerinde ve yaşantılarında sağlıklı bir Allah anlayışının yerleşmesini sağlamaktır. Ancak, O, bunun sağlıklı bir âhiret anlayışı ile birlikte mümkün olacağını söyler. Allah ve âhiret, hem bir kavram olarak hem de inanç ve anlayış olarak, gayb alanına girer. Bu konular gayb alanına girdiği içindir ki, imanın en temel esaslarıdır. Müşahade edilmez; ancak, inanılır. Tam olarak idrak edilemeyen şeye imanın önemine binaen Rabbimiz; "Onlar ki, insan idrakini aşa(n olguların varlığı)na (gayb) inanırlar" (2/3) demektedir. Allah ve âhiret, şehâdet (görülebilir) âleminin değil, gayb (insan idrakini aşan) âleminin konularıdır.

Her âlemin/alanın kendisine göre, kendisini ifade edecek usul ve yöntemleri vardır. Bu nedenle, şehâdet âleminden farklı olarak gayb âlemine ait konuların anlatım biçimleri, kullanılan usul ve yöntemleri de kendine özgüdür. Bu nedenle, insanoğlunun algılama alanı dışındaki bir konunun anlatımı, algılama alanı içindeki bir konunun anlatımından oldukça farklıdır. Günlük dildeki ifade biçimleri ile bunları ifade etmek mümkün olmamaktadır. Gayb âlemindeki bir cehennem tasviri elbette, bir yoksulun, bir mazlumun halini tasvirden farklı olacaktır.

Gayb âleminin anlatımı sembollerle, tasvirlerle, mecazlarla, teşbihlerle ifade edilir. Çünkü bunlar dolaylı anlatımın olmazsa olmaz teknikleridirler. İlâhî olsun, beşerî olsun bütün metinlerde veya anlatımlarda gaybi olan konular için benzer yöntemler kullanılır. Bir şiirde, bir fantastik çalışmada bunları yoğun bir şekilde görmemiz mümkündür. Nitekim gayb haberlerinin/anlatımlarının çok yoğun olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de de böyle bir dil kullanılmıştır. Kur’ân, bu açıdan ilginç bir örneklik sergilemektedir.

Bu nedenle, meâl okumaya karar vermiş bir insanın kendi dilinde kullanılan edebî teknik, yöntem ve usullerden haberdar olması gerekir. Çünkü kendi dilinde kullanılan yöntem, usul ve teknikleri bilmesi meâli anlamasını kolaylaştıracaktır. Çünkü ana dilinde kullandığı bu yöntem ve tekniklerin bir benzeri de Kur’ân'da kullanılmaktadır. Meâli yapan kişi, bu teknikleri şu veya bu oranda meâle yansıtır. Meâli hazırlayan bunu aktarmakta başarısız olsa bile, bu yöntemlerin nerede nasıl kullanılacağını bilen bir okuyucu, bu anlatımların kullanılabileceği bölümleri fark edip, daha dikkatli okur ve vermek istenen mesajı almaya çalışır. Bu yöntem ve teknikleri bilen bir okuyucu, metnin bu özelliğini yakalamakta zorlanmaz. Türkçe’deki dil tekniklerini bilen bir kimse, Kur’ân'da kullanılan dil ve anlatım tekniklerine ve yöntemlerine kolaylıkla âşina olabilir. Konu ile ilgili birçok örneği Kur’ân'da bulunca, meâli sıradan insanların da anlayabileceğini, yararlanabileceğini görerek kendine güveni artar.

Devam Edecek..

Yorum Ekle
Yorumlar (3)
Fahri uğur | 31.01.2024 12:55
Mehmet bey anlattıklarınızın tamamı müktesebatın size öğrettiği maalesef anlamsız bilgiler.konu çok uzun olduğundan size sadece şunu söyleyebilirim. Kuran Arapça bir kitap değildir.allahın özel harfleriyle 15 harf olan hurufu mukatta ile özel olarak gelmiş bir dildir.bu konuda detay için Ramazan demir beyin yazılarından ontolojik ilahi dilin asla değişmeyeceğini anlamış olursunuz.saygılarımla
Hatice KARACA | 18.01.2024 20:46
Güzel çalışmalarınızı ve gayretinizi hayranlıkla izliyoruz efendim. Allah razı olsun.
Mustafa Demir | 17.01.2024 14:01
Dört bolumluk uzun bir yazı, ben de sabırla okuyorum. Bazen okumadan gectigimden de oluyor. Kusura bakma, sonra tekrar okuyorum. Güzel kardeşim güzel yazılarla seni aniyarum. Kalemine sağlık, hoşça kal, sağlık ve selametle!...