“Bu yaşa erdirdin beni” Tanrım, böylesi bir afet görmedim. Yer uğulduyordu, homurdanıyordu. Yıldırımlar toprağa binlerce fışkınını atmış gibiydi. Yer ise bizatihi yarılmıştı. Suda elektriğe kapılmış bir beden gibiydik, sarsılıyorduk seksenbeş saniye boyunca.
Dudağımda dualar ile koridorda ilerlerken şükrettim bahçeye vardığımda. Zira gençtim almadın canımı diye düşünürken, binlerce canı yitirdiğimizi öğrendiğimde ise kahroldum. Gittim, Dicle Nehri’nin kıyısında oturdum ve ağladım.
Ölmedim genç olarak belki, ama nice genç bedenlerimiz, yaşlılarımız, çocuklarımız, bebelerimiz;
Hırsların(ey okur bilerek alt alta sıralandı, lütfen hızla geçme kelimeleri, yaralarımızdır bunlar)
İmar affının,
tamahkarlığın,
rüşvetin,
tedbirsizliğin,
geç kalınmanın,
kaçak yapıların,
koordinasyonsuzluğun,
liyakatsizliğin,
ihmalkarlığın,
pişkinliğin,
ahlaksızlığın,
“bir şey olmaz”cılığın,
ders çıkarmayışlığının,
siyasi kutuplaşmanın,
çürümüşlüğün altında kolonları kesilmiş ve demirleri çalınmış molozların altında öldü.
Ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı bu günlerde imdadımıza; gönüllü insanların, sivil toplum kuruluşlarının içten ve sahici duyguları yetişti ve sarmaladılar bizleri. İlk kırksekiz saatte moloz yığınlarının altında kimi iki büklüm durmuş kimi cenin pozisyonu almış canları sarmalamıştı leylak büklümleri neferindeki sivil ve gönüllü iyilik melekleri.
bir zamandı ama tarifsiz ve geçmeyen bir zamandı moloz yığınlarının altında iki büklüm kalmak.
Heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezinirsem diye düşündüm ama ne hevesim ne nefesim ne de takatim kalmıştı bu moloz yığınlarının altında.
Ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende belki ama eli kolu bağlı kalışın, çaresizliğin girdabında da dolanıp durdum saatlerce. Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” kitabında “umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı” dediği saatlerce sürdü bu dolanıp durmam. İçimi hem umut hem umutsuzluk, hem bahar hem de kış delip geçiyordu adeta.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydim, nitekim yüzbünlerce can beklemedeydi bir el fenerinin, bir ışıldağın, bir kurtarıcının gelmesine. Ki geldiler o görkemli iyilik melekleri.
Dilimin ucuna gelen her ne ise, dua mı tekbir mi ayetler mi uyarılar mı hepsini birden boşalttım o seksenbeş saniye boyunca. Her ne ise onu sayıkladım, mırıldandım, bağırdım, çağırdım, çığlık attım, o sesin değeceği kulağa varıp çarpması için. Devlet kımıldamadı, ilk kırksekiz saatte enkaz bölgesinde. Kımıldayan kimi o mübarek, o elleri öpülesi sivil ve gönüllü arama kurtarıcılar ise ölümle paslanmış bulmuştu sesimi. Muhalefetin eli ise taşın altında değil, dilinde çemkirmelerle geziniyordu.
Hata yapmak fırsatını Âdem’e veren sendin Tanrım, Âdemoğlu ise hatalar denizinde yüzüyordu bu fani dünyada. Daha çok kat yapıp daha zengin olmak için, daha çok imar affıyla daha çok oy devşirmek için, daha pahalı arabalara binip daha çoklu yıldızlar altındaki otellerde seyr-ü sefa içinde eğleşmek için…..Buna da refah diyorlardı, rönesans diyorlardı, aydınlanma diyorlardı, gelişmişlik diyordu Ademoğulları. Lakin rönesans rezidanslarda yüzlerce can bu kofluğun altında, bu şatafatın sakilliği altında can verdi. Senin suçun değildi Tanrım, kaderin ise hiç değil, tüm suç bizi yakıp yıkıp duran Âdemoğlundaydı.
99 depreminden sonra çokbilmiş özneler çokça söylendiler ama bilmedim onların talihinden ne kadar düştü bana ders. Gördüğümüz şu ki, hata yapma fırsatını Âdem’e veren Tanrı, bizim hiç ders almamış olduğumuzu iyi biliyordu. O bilgiden bir pay verdi bize ama onu da kullanamadı insanoğlu Tekasür süresi’nce. Kullandığımız şey kaderdi ama onun bize gönderdiği bilgiyi, dersi, payı, ibreti işine gelmediği için taca attı Âdemoğlu.
Aslında herkes neden hata payı yok diyordum hayatımda demiş olsaydı, siyaset kurumu sekizinci imar affına yeltenmez, müteahhit binalara kaçak katlar eklemez, kontrolör görmeden imzasını çakmaz, belediye rüşvetle ile mel’unlaşmaz, yapı denetçiler pişkinliğe vurmaz, mühendis çürük diye gözünü kapamaz, iktidar oy devşirmek için vatandaşa umudunu bağlamaz, muhalefet eleştirirken popülistlik hastalığına düşmez, medya hokkabazlık etmez, yerbilimciler “ben demedim mi” havasını basmaz, bir kısım basın pembe geri kalan basın ise karalar bağlamazdı memlekette.
Tüm bunları memlekette görürken gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi kızgınlığımdan. Haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne ki bu haykırışlar havada asılı durmayıp, gelip çatsın şu katı kalplere, görmeyen gözlere, işitmeyen kulaklara.
Bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım Âdemoğlu kimin nesiymiş meğer. Sufinin dediği gibi Âdemoğlu, bir damla kan ile binbir endişeden ibaretmiş meğerse. Oysa ders çıkaraydı, ter döküp soru soraydı, kolay olanı değil, zenginliği değil, ahlaki olanı tercih etseydi, bak bu sorular, bak bu tercihler nereye sürüklermiş kişiyi görürdü Âdemoğlu.
Yazgım bu olmamalıydı. Yazgım kendi ellerimle yapıp eylediğimdi. Kendi avucumdu, irademdi, seyretmemekti tüm olup biten yanlışlara. Yapamadığımız için tüm bunları, kendi avcumuzda kırgın aksimizi seyretmekle geçiriyoruz günlerimizi. Belki de bir sonraki depreme kadar böyle de geçecek kimbilir aksimiz, anksiyetemiz, kırgınlıklarımız.
Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim belki tüm bu çarpıklıkları, tüm bu yolsuzlukları, tüm bu pişkinlikleri, tüm bu ihmalkârlıkları, tüm bu sorumsuzlukları, tüm bu geç müdahaleleri. Ama yapamadım, yapmamalıydım.
Nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da olur dememeliydim.
Gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem ya da deprem diye es geçip farketmemezlik edemezdim tüm bu yaşanılanları.
Bilmeden farkı istemişim artık deprem, sel, yangın gibi vuku bulan afetlerde.
Vay beni leylak kokusundan, çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık! Bir de buna kızgınlık ve sorumluluğumu da eklemeliyim. Ama çarkettirmeden!
Yola madem kasemle geri dönmeyeceğim şeklinde karar kılmıştım,
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım,
hava mı bozar, yüzüm mü eğik giderdim demeden yine çarpıklıkları, ihmalkarlığı, sorumsuzluğu, koordinasyonsuzluğu, geç kalınışı, bürokrasinin kör topal ilerleyişini söylemekten geri durmayacaktım.
Yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim, kınayıcının kınamasına hiç aldırış etmeden.
Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim. İncinmeme rağmen, aldırmadan kınamalara, resmi uyarılara, resmi mühürlere, resmi imzalara, disiplin soruşturmalarına ve kağıt üzerinde herşeyin kılıfına sokulmasına bakmadan yola devam ederdim, etmeliydim de, etmeliydik.
Gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın, ben yine de çatmalara aldırış etmeden, matarama tuzlu suyu ekleyerek yola çıkıp dönmemeyi tercih ettim.
Rönesans rezidanslara, ebrar sitelerine, cennetten bir köşe kap ilanlarına kusarak.
Burası sürgün yeri, burası pıtraklı diyar
ne kadar da korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde deyip küstüm rönesanslara, rezidanslara, cennetten bir köşe dairelere, arsalara..….
Hani yok mu burda yanlışı yoklayacak hiçbir aralık, hiçbir kimse, yaptığımız hatalara, ihmalkârlığa, ahlaksızlığa karşı ses çıkaracak.
Eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık keşke.
ah, bir olaydı diyorduk ki olduk toplum olarak birlik ve beraberlik içinde. Hem de sapına kadar karşılıksız, gönülden ve telaşla olduk üstelik. Olduk da aramızda ekranlarda milyonları yuvarlayıp dağıtanları da, reklam kokan ya da görünür hastalığına düşen yeni yetme zenginleri de “ben de yaptım ha yardımı” diye boy boy görünmeye çalışanları da gördük bu süreçte.
Sahice. vakar da yoksanaydı diyeceğim içimden ama sahice ve vakar içinde olanlar tarihte olduğu gibi yine de az oldu bu deprem sürecinde de.
Doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız. Ama tüm ulvi çabalara rağmen yine de kan revan içinde olan canlarımız da oldu, telef olan hayvanlarımız da. Ama kendi çeperlerimizi böylece kana buladık hiç utanmadan, pervasızca, zalimce ve insafsızca.
Gönendi dünya bundan istifade, dünya bayındırladı. Öyle bir bayındıra, öyle bir inşaata, öyle bir betonlaşmaya koyduk ki dünyamızı, ahlak; konforun ve zenginleşmenin hızına yetişemeyip soluk soluğa kaldı arkalarda. Arkada kalınca da ahlak, ilgisizlikten düştü. Ahlak düşünce de
bir yakış, bir yanış tasarımı beride
öte yakada bir benî adem
her gün küsülü kaldı. Keşke küsülü kalmakla yetinseydik, koptuk öte yakayla da. Öte yaka dediğim şey, boğazın öte yakası değil bilesin ey okur, öte yaka dediğim şey Ahiret.
Bunca yıl bu gücenik macera ile nisa, masa ve kasanın çokluğuyla övündük. Bunca yıl bu gücenik macera bizi ve beni tutuklu kılandı ama dünyalıktan dolayı da maalesef farkedemedik.
Artık bu yaşa erdirdin beni, anladım nisa, masa ve kasayla övünmenin bizi çürüttüğüne. Bizi yuvarlayıp ateş cenderesine atacağına.
Bu cendereye atılmadan önce gençken almadın canımı, bilmedim diyeceğim ama şu da bir gerçek ki:
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevheri çok ama çok geç farkettin Ey Âdemoğlu. Âdem’in büyük hatasını! zaten iyice belleseydin, bu dünyanın bir nezaret yeri olduğunu kafana mıhlasaydın, ihaleye fesat karıştırmalarda, kaçak katı atmalarda, kolonları kesmede, imar affını meclise getirmede, liyakatsiz atamalarda, malzemeden çalmadan da beri olurdun.
Yaşadığımız 7.7’lik sarsıntıdan ve ardınca gelen 7.6’lıkla birlikte
şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana Yarabbi.
Zira akla, vicdana, insafa, devrime, ahlaka, tedbire, imana, inanca ve iradeye
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu.
Ki akıl havada dövünmesin, vicdan cüzdanda sıkışıp kalmasın, insaf iğneyle aranmasın, devrim uzakta kalmasın, ahlak yitip gitmesin, tedbir vurdumduymazlıkla boy ölçüşmesin, iman güven(lik) sağlasın, inanç her daim rehberimiz olsun, irade ise kadere terkedilmesin bilakis gayrete aşık olsun diye Ya Rabbülalemin.
Eğer yapmazsak Tanrım! tüm bunları, kalacak bu silinmez yaşamak suçu üzerim(iz)de. Bu suç tek bir adamın, tek bir partinin, tek bir cemaatin, tek bir örgütün, tek bir belediyenin, tek bir medyanın, tek bir müteahhidin, tek bir mühendisin….. üzerine sıçramadı, neredeyse hepimize sıçramış vaziyette bunu da bilelim artık, zor da olsa kabullenelim.
Bileyim hangi suyun sakasıyız ya Rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde? diye tütmesi gereken ocağı sormamızın hikmeti; dizimizi daha az dövmemiz, aklımızı başımıza daha fazla almamız ve en önemlisi depremlere karşı bir daha YIKILMA(yın) SAKIN[**] diye iktidarlara, muhalefete, medyaya, müteahhitlere, belediyelere, yerbilimcilere, psikologlara, mühendislere, akademisyenlere, biz tamahkar kullarına haykırmamız içindir ya Rabbelalemin.
[*] Buradaki Münacaat, İsmet Özel’in aynı isimle yazdığı şiiri. Siyah Puntolu olan mısralar Münacaat şiirinden.
[**] İsmet Özel’in “Yıkılma Sakın” isimli şiiri.
Sahte İddialarla Irak’ın İşgali
21.03.2023
Çin-ABD: Güney Çin Denizi’nde Sular Isınıyor
23.03.2023
Nablus Kuşatma Altında..
28.02.2023
Asrın Felaketi | DR. MEHMET SILAY
27.02.2023
Deprem Sonrası | BAHATTİN YEŞİLOĞLU
26.02.2023
IRAK NOTLARI (VII) / Harun AYKAÇ
25.09.2020
bu temas çürütür sizi! MUSTAFA AKMEŞE 24.03.2023
Asalaklık: Her Dönemin Mesleği AYTEN DURMUŞ 23.03.2023
Çağın farkında ve yanında olmak VEDAT KAHYALAR 21.03.2023
Ak Parti'nin Zor Seçimi VEDAT KAHYALAR 25.03.2023
Ayların Sultanı Hoş Geldin AHMET SEMİH TORUN 24.03.2023
Arif Bey Darülacezede MUSTAFA ATILGAN 21.03.2023
Çanakkale’nin Düşündürdükleri ORHAN GÖKTAŞ 18.03.2023
Yalan! Billahi Yalan AHMET HAKAN ÇAKICI 03.03.2023