metrika yandex
  • $38.3
  • 41.73
  • GA25250

Haberler / Yorum - Analiz

Deprem Sanki Bir Kıyamet Sahnesi | SÜLEYMAN ARSLANTAŞ

28.02.2023

"Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?" 
N.F.K.
 
Necip Fazıl, "Karacaahmet" şiirinde ölümle, yaşamı ve yine sahici olan belde ile olmayanı, insanların kazandıklarını ve kaybettiklerini vurgulayıcı bir biçimde anlatır.

Deprem bölgesini gezerken bir taraftan Kur'an'ın edebi tasvirlerini hatırlıyor, diğer yandan da Necip Fazıl'ın "Karacaahmet" ve "Sakarya" şiirleri aklıma geliyordu.

Harabeye dönen Sakarya ister istemez Necip Fazıl'ın şu dizelerini hatıra getiriyordu:

 Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
 Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
 
 Sanki Marmara bölgesindeki deprem insanlığın önüne 'Kıyamet Sahnesi'nden bir kesit koyuyordu. Özellikle Adapazarı bu sahnenin billûrlaştığı bir mekân görünümündeydi. Hele başta Adapazarı olmak üzere, tüm deprem bölgesini Kur'an'ın oluşturduğu mantaliteyle gezdiğinizde, depremden çok farklı sonuçlar çıkartıyor ve deprem sathında çok farklı, görünenin ötesinde tablolar seyrediyorsunuz. Adeta kocaman bir deprem müzesi haline gelen Adapazarı, şairin Karacaahmet şiirinde anlattığı gibi; insanın dünya hayatındaki yerini, biriktirdiklerini, kıyamadıklarını, kaybetmek istemediklerini ortaya koyuyor ve siz, kendisini sahici zanneden insanlar manasız gözlerle yıkıntıları, yan yatmış apartmanları, dairelerden sarkan en modern perdeleri, kırılmış, parçalanmış mobilyaları ve dahası yine Necip Fazıl'ın “Bacalar” şiirinde:
 
 Görürüm, çıkmışlar, kararmış çatılardan,
 Kemik bir kol nasıl fırlarsa bir mezardan,
Her an, bir haberi kollar gibi yukardan,
Dipsiz maviliğin esrarını kurcalar, Bacalar...
 
Dizelerindeki gibi, bacaların yerinde; yıkıntılar arasından sarkmış başlar, kollar ve ayaklar izliyorsunuz, işin garip olan yanı da izleyenlerin kendilerini kalıcı zannetmeleri. Hayır, dedik ya bu deprem bir kıyamet sahnesi koyuyor önümüze!...

 "Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı ve insanın: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman işte o gün, yer, Rabbinin ona vahy etmesiyle kendi haberlerini anlatır..." (Zilzal Suresi)

Arz, adeta başı dönmüşçesine, midesi bulanmışçasına o gün yani, 17 Ağustos 1999 saat 03.02'de kusmuş. Adeta üzerindeki ağırlıklardan bunalırcasına, bir hamleyle üzerinde olanları atmaya çalışmış. Üstelik de insanı, arzı ve üzerindekilerini yaratan Allah'a meydan okunduğu bir mekânda arz isyanını dile getirmiş. Kıyametin saatini bilemediğimize göre, kıyamet vaktinden söz edemeyiz. Ancak bu, bizim kıyameti idrak ya da tasavvurumuza mani değildir. Nitekim Kur'an'ın neredeyse 30. cüz’ünün tamamında Kıyamet tasvirleri ile yüz yüze geliyoruz: "Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman, yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman..." (İnşikâk Suresi)

 O gün, yani depremin olduğu gün ayakta olanlar ve Kur'an'dan haberdar olanlar anlatıyor: "Önce müthiş bir ses duyduk. Ardından şiddetli bir uğultu ve bunun ardından da dipten gelen bir darbeyle sarsıldık, sarsılmanın ardından da savrulduk. Ve bakakaldık... O anda çoluk-çocuk da düşünülmedi. Ne olduğumuzu anlayamadık ki, sanki kıyamet kopuyor. Haa tamam demek ki kıyamet vakti bu anmış... Bir taraftan sallanıyoruz, diğer yandan bir film şeridi gibi her şey gözümüzün önünden geçiyor ve diyorum ki o gün, kıyamet günü ne de çabuk geldi.. Ve kısa bir duraksama, ardından çoluk-çocuk figanını duyuyorum ve nasıl bir güç, hangi el beni ve çocuklarımı o harabeden dışarı çıkarıyor? Babamdan-atamdan kalanlar, kendi gayretimle biriktirdiklerim ve her şeyim 45 saniyede yok oluyor... Ve işte hayat ve işte son... Her şey bir uğultu ile başladı ve her şey bir gürültü ve sarsıntı ile yıkıldı, yok oldu..."

 Depremzede yaşadıklarını değil, adeta Kur'an'ın tasvirlerini anlatıyordu:

 "O iş tek bir çığlıktır: (O zaman) bakakalırlar." (Sâffât 19)

 Ve sonuç şehircilik açısından Türkiye standartlarının üzerinde yerleşim birimlerinin 45 saniyede yok olması, insanların biriktirdiklerinin bir anda uçup gitmesi. Geriye yalnızca insanın amellerinin kalması... Ve depremin tarihe bahşettiği "deprem müzesi Adapazarı"…

Deprem Bir Kader mi?

 Bilime saygı duyarım. Muhakkak eşyada var olan özellikler, değişimler, arz küredeki oluşumlar tüm bunların bilimsel izahları olduğu gibi Rabbani boyutları da vardır. Yukarıda işin kısmen metafizik boyutuna temas etmeye çalıştım.

 Belki konu daha da açılabilir. Ne bileyim, mesela Peygamber kıssaları içerisinde konu ele alınabilir. Zira Kur'an'da pek çok geçmiş kavmin yok oluşu hikâye edilir. Nice peygamberleri ve onların getirdiklerini inkar eden kavimlerin rüzgar, çığlık, titreme, sarsıntı (deprem) ve sellerle helak olduklarının haberini Kur'an bize bildirmektedir. Mesela: "Biz, nice kentleri yok etmişizdir geceleyin ve gündüzün uykularında iken baskınımız onlara geliverdi. Baskınımız onlara ulaştığında yalvarışları: 'Biz haksızdık' demekten başka bir şey olmadı." (A'raf 14)

Geçmiş peygamberlerin kavimleri ve onların önde gelenleri belirli suçlarda adeta uzmanlaşmışlardı. Ve fakat hemen hepsinin ortak suçu, Allah'ı "Rabb" olarak, yani kanun koyucu, hükmedici, terbiye edici olarak görmemeleri ve O'na ortak koşarak iman etmeleri idi (Bak. Kur'an 12/106). Hz. Allah onların, Allah'a ortak koşarak iman eden kavimlerin helak olma gerekçelerini Kur'an'da apaçık ortaya koymaktadır. Kur'an açısından olaya yaklaştığımızda bugün, içerisinde yaşadığımız toplum ve bu toplumun önde gelenlerinin kahir ekseriyeti Allah'a ortak koşarak iman etmekte ve O'nu dünya işlerine karıştırmamak için olağanüstü gayret sarf etmektedirler. Allah'ın birey ve toplum bazında farz kıldıklarını yasaklamak, yasakladıklarını da serbest bırakmak gayretlerini ilkeleştirmişlerdir. Zaman zaman da geçmişte peygamberleri ile kavgaya tutuşan kavimlerin önde gelenlerinin yaptığı gibi, gizli toplantılar halinde Allah'a ve O'nun ilkelerine karşı savaşta kararlılıklarını teyit için bir araya gelmekteler ve de Allah'a meydan okurcasına: "Bizi yıkacak bir güç tanımıyoruz!" diyebilmektedirler…

 Elbette Allah her şeye muktedirdir. Her olayın maddi izahı olabilir ama Rabbani boyutunu da göz ardı edemeyiz. Geçmiş Peygamberler zamanında her kavimin belirli bir suçu vardı. Ama günümüzde yaşayan toplum ve önderleri neredeyse tüm suçlarda uzmanlaştı. Eh! Herhalde Hz. Allah'ın da buna bir cevabı olabilir... Diyeceksiniz ki, ‘bu cevapta kötülerin yanında iyiler de helak oluyor.’ Elbette olacak, kötülerin kötülüklerine engel olmayan, 'adam sende' mantığını ilke edinmiş iyiler de aslında kötülerle beraberdir. Kur'an-ı hatırlayınız: "İçimizdeki beyinsizlerin işlediklerini yüzünden bizleri de helak eder misin Allah'ım!" (A'râf 155) diyor...

Yazımızın ara başlığında: ‘Deprem bir kader mi?’ sorusunu sormuştum. Ve cevap olarak diyorum ki: Hayır! Deprem bir kader değil. Kader, Allah'ın eşyada yarattığı özelliklerdir. (Kur'an 54/49) İnsanın, yerkürenin, suyun, ateşin ve her şeyin bir kaderi vardır. Bu kader, özellik bizatihi ne suç, ne de mükâfat unsurudur. Eşya kaderinden değil, kaderinin muktezasından sorgulanır. Buradan hareketle şunu ifade edebiliriz: Güneşin, ayın tutulma özellikleri vardır. Tıpkı bıçağın kesme, ateşin yakma, suyun da akma özelliği olduğu gibi... Bugün modern ilim güneşin ve ayın tutulmasını, meteorolojik geleceğin tahminini yaptığı gibi bilimsel olarak deprem kuşaklarını ya da fay hatlarını tespit ediyor, kesin olmamakla beraber, tahmini bir zaman dilimi içerisinde fay hatlarında hareketlenmeler (deprem) olabileceğini de haber veriyor. Bahusus yaşadığımız ülkede ilkokul kitaplarında bile ülkemizden geçen fay hatları belirtilmekte... Ayrıca bu hatlar üzerinde bugüne kadar olan depremlerden haber vermektedir. Mesela Adapazarı'nın 26 Kasım 1943'de 7.6 büyüklüğünde bir deprem geçirdiğini biliyoruz. Aynı yerin 1967'de de depreme maruz kaldığı bilinmekte. Birinci depremde Adapazarı'nda 4020 kişi öldü. Oysa belki de daha çok insanın yaşadığı 1906 tarihindeki San Francisco (ABD) depreminde 8.2 şiddetine rağmen 700 kişi öldü. Yerkürenin alt katmanlarındaki hareketlilik bir kaderdir. Ancak bunu dikkate alarak tedbir almak da insanın bir görevidir. Fay hattına ev yapmakla ya da o bölgeyi yerleşime açmakla insanları diri diri ateşe atmak arasında bir fark yoktur. Çağdaş olmak için dokuzuncu senfoniyi dinlemeye de gerek yok, hoş dinleseniz de çağdaş olamazsınız. Çağdaş olmak için bilimsel bir şekilde insanınızın mutluluğuna yatırım yapmanız gerekir. Kadercilik çağdaşlık değildir. Ne kadar tezatlar ülkesinde yaşıyoruz. Bir Cumhurbaşkanı düşününüz ki, dokuzuncu senfoniyi dinledikten sonra: ‘İşte çağdaş Türkiye’ desin ve yine aynı Cumhurbaşkanı asrın felaketi olarak nitelendirilen ve 40-50 bin insan kaybına neden olabilen bir deprem için: "Bu kaderdir, her şey Allah'tandır.' desin.

Deprem bölgesini gezdim, söylendiği gibi, özellikle Adapazarı'ndaki yıkılan, yan yatan, yere batan binalarda abartıldığı gibi ciddi bir müteahhitlik hatası yok. Eğer mutlaka bir hata aranıyorsa zemin hatası var. Çünkü binaların kahir ekseriyeti yere gömülmüş, neredeyse birçok binanın ilk iki katı yerin altında... Yerin üstünde kalanlarının ise neredeyse sıvası bile dökülmemiş. Bu durum karşısında ucuzcu bir mantıkla suçu kadere, Allah'a ve müteahhide yıkamazsınız. Eğer mutlaka bir suçlu arıyorsanız Adapazarı'nı ve diğer fay hattı üzerini yerleşime açan yerel ve genel yönetim birimlerinin yakasına yapışmalısınız. Mesela bir öneri, 1943'de yani tek parti döneminde tüm aleyhte raporlara rağmen şimdiki Adapazarı'nın oturduğu mekânın yerleşime açılması için ısrar eden parti başkanı kimdi? Şimdiki Adapazarı'nın oturduğu arazi onun muydu? Araştırın görün, politik ve ekonomik mülâhazaların nasıl iç içe geçtiği, hikmetinden sual olunmaz bir devletin bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul verdiğini görünüz. Ve bu devlet, onun başı şimdi ciddi bir felaket karşısında acziyet içerisinde ne yapalım kader diyor. Hayır! Hayır! Hayır! Bin kere hayır, tedbirsizlik, açgözlülük, ilmi gerçeklere sırt dönme kader değil olsa olsa tedbirsizlik ve aklı güzel kullanmamaktır.

İrtica adı altında Kur’an’la mücadele edinceye kadar, mürteci adı altında Müslüman’ı hedef tahtası haline getirinceye kadar gerçeklere kulak verin, elinizin altında tuttuğunuz devleti, yönetiminden sorumlu olduğunuz insanları korkutan bir aygıt olmaktan kurtarın, insanları şefkatle kucaklayan, onlar için iyilikler, mutluluklar isteyen bir aygıt haline getirin, insanın akıllı olması bir kaderdir, aklını güzel kullanması ise bir görevdir.

 "İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizleri de helak eder misin Allahım!" (Kur'an-ı Kerim 7/155)

Not: Bu makale 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi ardından, Adapazarı başta olmak üzere deprem bölgesindeki izlenimlerimizin ardından kaleme alınmıştır. Ve makalede zikredilen devlet başkanı S. Demirel, başbakan ise B. Ecevit’tir. Makale Eylül 1999’da Fecre Doğru Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Makalenin 28 Şubat rüzgarlarının şiddetli bir şekilde estiği, devleti tekelinde gören güç odaklarının İslam’ı ve Müslümanları düşman olarak gördüğü bir zaman diliminde yazıldığını dikkate alarak okuyunuz. 

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Mehmet Ali Öner | 28.02.2023 15:31
Bugün de bu yazı aynen grcerliligini koruyor. .. Bu deprem ; ne sekülerlerin dedigi gibi sadece fay, sulak arazi, inşaat vs sorunu, Ne de ucuz kaderci yaklasım ile izah edilecek bir hadise bu vb depremler, afatlar.. Elhak, buyurdugunuz gibi Allah'ın bize bildirdigi gecmis ummetlerin basına gelenleri unutmamamız lazım. Tabii ki, sünnetullaha uygun davranarak, adil şahitler olarak yaşamak, yeryuzunu imar-inşa etmek sartiyla..