Sosyal medyadan takip ettiğim bir arkadaşımız ...”vatandaş toplumuna geçmedikçe hangi ittifak kazanırsa kazansın sömürü ve tahakküm düzeni devam edecektir.” şeklinde bir paylaşımda bulunmuş. Sanki son yüz yıldır vatandaş toplumu değil de “Ümmet toplumu” ya da “İslam toplumu” varmış gibi... Bununla beraber, “sömürü ve tahakküm düzeninin devam edeceği” kısmı doğru bir cümle.
14 Mayıs 2023 günü Türkiye seçime gidecek. Seçimlerde hangi parti ya da ittifakın kazanacağı, partilerin ne yaptıkları ya da yapacakları konuşuluyor. Partililerin, fanatik partizanların, taraftarların propaganda dili her seçimde olduğu gibi bu seçim öncesi de ayyuka çıkmış durumda. Bol keseden vaatlerden tutun da kimi yanlışların düzeltiliyormuş gibi yapılması, iktidarın da muhalefetin de yalan söyleme konusunda hiçbir sınır tanımaması doğrusu bizim tahammül sınırlarımızı aşmakta...
En küçük bir iktidar eleştirisinde bile hiç beklemediğimiz tanıdıklarımızdan çok büyük tepkiler alıyoruz. İktidar Partisine oy vermemeyi, ya da oy kullanmaya gitmemeyi “filan ittifaka yarayacaktır” diye öyle eleştiren dostlar var ki bu eleştirilerdeki fanatizmin/aşırılığın dozu anlatılamaz.
George Orwel bu ve benzeri tahammülsüzlüklerle ilgili olarak şöyle diyor:
“Pislik içinde boğuluyoruz. Herhangi biriyle konuştuğumda ya da eleştirisi olan birini okuduğumda, entelektüel dürüstlüğün ya da dengeli muhakeme gücünün yeryüzünden silindiğini düşünüyorum.
Herkes kendi “davasını” karşısındakinin bakış açısını kasıtlı olarak sindirerek ortaya koyuyor ve dahası, kendisi ve yakınlarının acılarında başkalarının acılarına karşı bütünüyle kayıtsız kalıyor.
Kimse dürüst değil ve insanlar, kendi çıkarlarına uygun kimselerden oluşturdukları yakın çevrelerinin dışında kalanlara karşı son derece kalpsiz.
En çarpıcı olanı da, sempatinin politik çıkarlara göre musluk gibi açılıp kapatılabilmesi.”
Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da davranışlarımızı, bulunduğumuz yeri, kabul veya retlerimizi belirleyen asabiyet-tarafgirlik, amigoluk ve partizanlıktır. Hiçbir asabiyet sahibinin hakikati gözetmek gibi bir derdi olmadığı gibi, hakikate saygı duymak gibi bir derdi de olmuyor. Zira hakikate saygı Hakk’ın hatırını her hatırın, her bağlılığın üzerinde görmeyi gerektirir. Hakikate bağlılık ve Hakk’ın hatırını üstün tutmak bir müminin en temel özelliğidir, müminin imanıyla dolaysız ilgilidir.
Demokrasi kelimesinin anlamı “halkın egemenliği” ya da yaygın manasıyla “halkın kendi kendisini yönetmesidir.” Bu bağlamda 23 Nisan sebebiyle bir arkadaşımız da şöyle bir cümle kurmuş;” bu ülkeyi vatan yapan ve halk iradesinin önünü açanlara saygı ve rahmetle…” bu ülkede ya da batıda hangi yöntemle, ne zaman halk iradesinin önü açılmıştır? Halk iradesi kavramının gerçekliği acaba var mı? Halkın demokratik seçimle yönetimleri iş başına getirdiğine bir aydının, alimin, ya da entelektüelin inanması mümkün mü?
“Halk iradesi” kavramı ya da ilkokuldan itibaren ezberletilen şekliyle “halkın kendi kendini yönetmesi “ne anlama geliyor? Gerçekten böyle bir şey var mı? Bu konulara niçin ihtiyaç duyuldu?
Önceden tanrı iradesi ve bunu temsil eden kilise, kralın bile meşruiyetinin kaynağıydı. Dolayısıyla kral-kilise ikilisinin toplumu yönetmesi söz konusuydu. Yani toplumu sömüren güç kral kilise ikilisiydi.
Orta çağda krallara bile faizle borç veren sermaye sahiplerinin/tefecilerin mallarında dilediği gibi tasarrufta bulunabilme özgürlüğü anlamına gelen “Liberal özgürlüğün” başka hiç kimsenin özgürlüğünü savunmak gibi bir amacı yoktur. Modern devlet anlayışının icadı ve sermayenin her şeyi yönetmesi için bir meşruiyet zemini oluşturmaları gerekiyordu. Niçin borç verdikleri kral, ya da para bağışladıkları kilise hakim olsun da sermaye hakim olmasın ? Yani el değiştiren hükümranlığın meşru zemine ihtiyacı vardı. Bu otoritenin Cumhuriyet-demokrasi kavramları ile sağlanacağını keşfettiler. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde seçimle işbaşına gelen hükümetlerin mecliste kanun yapmaları , halkı temsilen bu yetkiyi kullandıkları ve benzeri masallar büyük bir yalandan ibarettir. Bütün kanunlar halk için, halkın refahı için değil bir avuç sermaye sahibi azınlığın çıkarları için yapılır.
Osmanlı’nın son yüzyılı ile birlikte iki yüzyıldır olanlar kısaca bundan ibarettir. Yönetim de bugün A veya B veya C partilerinin olması durumu değiştirmiyor. Ancak şunu görmek gerekir; kimi dönemlerde sınırları zorlayan iktidarlar olmuştur ama sınırlar zorlansa da maalesef durum değişmemektedir.
İktidarın yaptığı her yanlış tasarruf ya da kötülükte ise oklar yine halka dönmekte; iktidarın nimetlerinden yönetenler ve büyük oranda sermaye yaralanırken külfetleri hep halka yansıtılır.” Ne yapalım bunları siz seçtiniz, kime ne diyorsunuz ?” şeklinde azarlanan/hesap sorulan da yine halk olur. Bu komik kavga neticesinde sermaye ve onun ortağı iktidarın zenginliği artarken olan yine gariban halka olur; halk her seferinde daha da fakirleşir ve bunun sorumlusu da yine halktır.
Bir alman seçmen şöyle diyor; ”seçimler bir memlekette bir şeylerin değişmesi için değil değişmemesi için yapılır eğer seçimler bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.”
Kurulduğu günden ikinci Dünya Savaşı’na kadar İngiliz sömürgesi, sonra da NATO vasıtasıyla ABD sömürgesi olmuş bir ülkedir; yaşadığımız coğrafya... Hala yönetimi halk değil, küresel sermayeye yön veren şirketler belirliyor. Geçtiğimiz on yıllarda bir Amerikan şirketinin Türkiye temsilcisi olanların başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptığı bir ülkedir. ABD vatandaşı olanların ise başbakanlığa seçildiği bir ülkedir yaşadığımız ülke...
Asıl tartışılması gereken mevcut rejimin gayrimeşru olduğudur. Asıl yapılması gereken yüz yıldır seçim aldatmacasıyla insanların kandırıldığı bu bozuk düzenin tartışılmasıdır. Aklı başında olan, hakikate saygısı olan ve yüzünde maskesi olmayan her insanın/Müslümanın öncelikle bunu düşünmesi gerekiyor. “Demokrasi Risalesinde” merhum Yaşar Kaplan demokrasi için şöyle diyor; “şimdiye değin egemen güçlerin yolsuzluklarını, kanunsuzluklarını, kitabına uydurmak için kullanmaktan başka bir işe yaramamıştır... “
Tarihçi Huricihan İslamoğlu ise modern devlet mekanizmasının sermayenin sömürüsünü devam ettirme aracı olduğunu ve bunun özellikle dikkatlerden kaçırıldığını belirtir. “Dünya Tarihi ve Siyaset” isimli kitabında hem batıl/ı tarihin, hem de batının medeniyet yalanlarını ayrıntılarıyla ortaya koyar. Siyasal sistem olarak demokrasinin, ekonomik model olarak liberalizmin faziletinin liberal özgürlüğün ne büyük yalan olduğunu ayrıntılarıyla anlatır.
Konumuzla ilgili olarak merhum İmam Humeyni’nin ;”demokrasi safsatadır” cümlesi ise üzerinde sayfalar dolusu yorumu hak eden bir derinliğe sahip. Safsata tam da konuşma veya tartışma sırasında en çok politikacıların başvurduğu bir yöntemdir. Bu yöntem mantık hatasına dayanmakla birlikte, kelimeleri eğip bükme, hakikate ters bir şekilde haklı olmaya çalışmak ve karşı tarafa baskın çıkmak anlayışına dayanıyor. Kısacası bir aldatma yöntemidir safsata. Konuşmada mantık hatası yaparak kandırmaya ve haklı çıkmaya çalışmak demek…
Demokrasi de tam olarak böyle bir şey değil mi? Tahakküm eden, yöneten ve sömüren zorbayı gizleyerek halkın seçimle yönetime katıldığını zannetmesini sağlamaktır.
Demokrasi kelimesi için eğer Uve Poerkson’un düşüncesini sorsaydık herhalde kendi tanımlaması ile “plastik bir kelime” derdi; yani yapay, elastiki, gerçekliği olmayan sahte bir kelime... Modern batılı kelime ve kavramların pek çoğunu Uve Poerkson “plastik kelimeler” sınıfına dahil ediyor. Bu kelimelerin nasıl yapay olduğunu uzun uzadıya anlatıyor; aynı isimli kitabında…
Demokrasilerde her iktidar, güç ve sermayenin çıkarlarının devamı için seçilir. Size bunun devamından başka hiçbir alternatif sunulmaz. Bu çarka ters olan alternatif her düşünce, akım önce tahfif ve tahkirle, sonra ise terörize edilerek cezalandırılr.
Statükonun/devletin dokunulmazlığı zihinlere put olarak kazınır. Devlet adı kullanılarak ve devlet adına sömürü çarkı kutsanır. Hiç kimsenin o büyük puta en küçük bir şekilde ilişmesine izin verilmez.
Eğitim, öğretim, toplumsal baskı, asabiye ve benzeri vasıtalarla sisteme zararlı görünen sivrilikler törpülenerek ya da satın alınarak zamanla insanlar muhafazakarlaştırılır. Okullar, üniversiteler, odalar, sendikalar, STK’lar,(aslında bunlar SDK’dır, yani sivil devlet kuruluşları) hepsi bu gerçekleri gizlemek için vardır.
Seçimler bu ülkede sadece bu milletin ve ülkenin zenginliklerinin Batılılarca yağmalanması için yapılır. Son iki yüz yıldır çıkan kanunlar bile bunun için çıkarılmıştır ve bu yağmalamada aslan payını küresel güçler alırken onlardan kalanları da iktidar alır.
Tanzimat Fermanı ile başlayan bu süreç Cumhuriyetle devam etmiştir. Avrupa Birliği’ne üyelik çerçevesinde çıkarılan her kanun da bunun içindir. Bundan dolayıdır ki, bu süreci devam ettirmeyecek olan hiçbir partinin iktidar şansı yoktur. İcazet haktan da, halktan da değil Batıdan alınır. Tabi bir şey alırken bir şey de verilir; bu verilen ise çarkın devamının “taahhüt” edilmesidir. Halka karşı ise seçim aldatmacasıyla sadece “mış gibi” yapılır.
Bu çarka ters olduğu düşünülen hiçbir kimsenin/hareketin-partinin iktidar şansı yoktur. Filistin’de Hamas, Mısırda Mursi , Tunusdaki Nahda hareketi, Cezayir’de FIS seçimlerinin başına gelenler herkesin malumudur. Demokrasi kandırmacası ve sermayenin dokunulmazlığı en büyük putlardandır. Burada sermaye putu küresel güçlerin ulus aşırı şirketleridir. Bir de bunların biraz altında da yerel şirketler ya da putlar vardır. Bu büyük ve küçük putlara dokunacak hiçbir parti, tüzük, seçim vaadi, parti propagandası olamaz. Bırakın büyük putları, küçük putun eleştirisi bile yasaktır. Kanuna terstir. Anayasanın ilk maddelerinin değiştirilmesi bile teklif edilemez. Bunun içindir ki, köklü bir değişim ancak; devrimci bir düşünce, davranış ve çabalarla mümkün olabilir.
Batıl/ı demokrasi partiler ve seçim bir tiyatrodan ibarettir.
Arundhati Roy ,” Demokrasi herkesle yatağa giren çağımızın en büyük fahişesidir” diyor. Demokrasiyi tanımlarken güç ve sermayenin otoritesinin devamı için herkesle yatağa giren bir fahişe tanımı güzel bir benzetme aslında. Mesela Demokrasi sermayenin çıkarı için ülkemizde Kemalizm ile yatağa girerken, Irak’ta sosyalist Baas rejimi ile, doğu bloku ülkelerinde komünist partilerle yatağa girer ve tüm diktatörler sandıktan %99 oy alarak çıkar. 12 Eylül askeri darbesinde de darbeci askerlerle yatağa girer.
Tabi, yirmi yıl ve öncesinde demokrasi eleştirileri yapılırken “medyakrasi” tanımı kullanılmıştı. Yani, “Medya Demokrasisi.” Thomas Meyer’in “ Medya Demokrasisi” başlıklı kitabının alt başlığı ise şöyle; “Medya Siyaseti Nasıl Sömürgeleştirir.” Küresel medyanın kimlerin kontrolünde olduğunu hatırladığımızda kitabın alt başlığı aslında konumuzla ilgili önemli bir özet sunuyor. Yazar kitabında partileri şöyle tanımlıyor; “kuvvetler paralel kenarında yalnızca bir ögeydiler; hiçbir zaman toplumun çıkarlarını doğrudan ve çarpıtmadan devletin en yüksek karar katlarına taşıyan aktarım kayışı olmadılar.” Sh.37. Partiler bu aktarım kayışı görevini yapsalar bile toplumun çıkarını niçin ve kim gözetecek? Medyanın marifetini ise şöyle anlatır:” Sahte olayları amaca uygun sahneleme seçenekleri, fiilen sınırsızdır.”sh.81
Zihinleri dumura uğratılmış, medya ile iğdiş ve işgal edilmiş, yönlendirilmiş toplumun hangi özgür iradesi olabilir ki, özgür seçimden söz edilebilsin?
Son birkaç yıldır ise artık dijital panaptikon/hapishanenin içinde yaşayan toplum konuşuluyor. Dijital medyanın egemenliği ve zihinleri dumura uğratması çok daha etkili ve enformasyon bombardımanına maruz kalan zihinlerin geleceği ise daha karanlık...
Byung Chul Han; “Artık demokrasiyi değil “Enfokrasi’yi konuşmamız lazım” diyor, aynı başlıklı kitabında... Yani Enformasyon Demokrasisi. Sosyal medya ve basınla “algı yönetimi ve manipülasyona” maruz kalmış, zihinleri bununla şekillenmiş, yüz-yüz elli kelime ile konuşan, telefon ve sosyal medyanın kölesi olmuş insanların seçimlerinin bir değeri var mı ? Sorgulamayı gerektirmez mi, sorgulamaya değmez mi?
Enformasyon çöplüğünü sabahtan akşama kadar didikleyen tavuklar gibi olmak ne ifade edecektir?
Ya da enformasyon çayırında otlayan koyun sürüsü gibi olmak ne ifade ediyor?
Böyle bir sürü/topluluk çobanın nereye yönlendirdiğini asla düşünmez/düşünemez.
İradi seçimlerimiz ilahi iradenin güzellikleri doğrultusunda olduğu sürece özgürlüğün de özgür seçimin de anlamı olabilir. Allah’a bağlı bir kul olmak bütün kulluklardan ve bağlılıklardan bizleri özgür kılar. Bu hakikate saygı ve hakikate bağlılıkla alakalıdır. Her zaman hakikatin tarafında olmak ise ancak özgür irade sahibi olanların yapabileceği bir seçimdir.
6 Mayıs 2023
Vitalen Han Kahvaltı ve Cafe Açıldı
26.05.2023
Zafer Erdoğan'ın!
28.05.2023
Seçim ve Demokrasi | KÜRŞAD ATALAR
04.05.2023
Demokrasi’ye Mecbur muyuz? / Murat Kurtuldu
13.05.2023
SEÇİM VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ/SABİHA ÜNLÜ
13.05.2023
IRAK NOTLARI (VII) / Harun AYKAÇ
25.09.2020
SİYASET İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER YUSUF YAVUZYILMAZ 28.05.2023
Hibrit Bir Sosyolojiye Doğru… ABDULAZİZ TANTİK 31.05.2023
Fetih Ruhuyla Yola Devam AHMET SEMİH TORUN 27.05.2023
Seçimin ardından VEDAT KAHYALAR 29.05.2023
“Sabahın bir sahibi var” BEKİR BERAT ÖZİPEK 18.05.2023
SEÇİM; SEÇME VE SEÇEMEME BECERİSİ MUSAB AYDIN 25.05.2023
Kifayetsiz Olan Kelimeler Mi? ZEYNEP YÜCEL 07.05.2023
Uçsuz Bucaksız Bir Cehalet ATASOY MÜFTÜOĞLU 08.05.2023
SİYASET İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER YUSUF YAVUZYILMAZ 28.05.2023
ANNE ORHAN DOĞANGÜNEŞ 24.05.2023