metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Haberler / Dosya Haber

Demokrasi Deyince ya da Demokratik Seçim ve Devlet Üzerine | HÜSEYİN ALAN

05.05.2023

Demokrasinin bilgisayardaki bir “işletim sistemi” benzeri devlet yönetmeye dair siyasal bir “rejim” mi,

Yoksa bir ideoloji veya felsefe veya bir din mi olduğu tartışılır durur. Nereden bakıldığına bağlı olarakta cevaplanır diyelim.

Demokrasinin bu gün dünyada üstün tutulan, arzu edilen, daha iyisi bulunmadığı için de baş tacı edilen siyasal bir “şey” olduğuna kuşku yok.

Kendi alternatiflerinin veya tarihsel karşıtlarının “diktatörlük, oligarşi, monarşi” tarzı siyaset yapma biçimi olduğu düşünülürse, herkeslerce savunulmasından doğalı da yok!

Devleti esas, demokrasiyi onun bir bileşeni yaparak devam edelim…

Şunun şurası temsili demokrasinin üç dört yüzyıllık bir geçmişi var: mülkiyetin niteliğinin değişmesi, aristokratik ve teokratik yönetime karşı burjuvanın, kent soylusunun ve faizcilerin yönetimi devralmasıyla da irtibatı da var.

Şimdilerde demokrasinin katılımcı olması gerektiği savunuluyor. Şu halde kendisinin esasta ne olduğunu ve tarihini anlamak önemli. Zira ona yüklenenin veya ondan beklentinin pek konuşulduğu söylenemez. Adına vâdedilenlerin çoğunlukla gerçekleştiği de öyle…

Bir demokrasiyi demokrasi yapan olmazsa olmaz şartlar var: 

Halk yönetimi veya halkın kendini yönetmesi.. Sosyal sözleşme teorisinin pratiği olarak anayasa.. Serbest ve adil seçim.. Parlamento.. Kuvvetler ayrılığı.. Yargı bağımsızlığı.. Seçimle gelip giden iktidar.. Düşünce ve ifade/örgütlenme özgürlüğü.. Özgür medya.. Azınlık halklarının korunması.. İnsan hak ve özgürlüklerinin aleyhine yasa çıkartılamaması.. Halkın hakemliğinin, çoğunluk kararının kabulü.. “Kutsal” sayılanların kamusal alan dışında tutulması.. Egemenliğin gökten yere indirilmesi…

Demokratik standartların ülkeden ülkeye farklılık göstermesi o ülkenin siyasal ve kültürel tarihiyle, toplumun mülkiyet temelli sınıfsal yapısıyla ve bunlar arasındaki
çatışma ve uzlaşıyla olduğu kadar, dini telakkisi ve yorumuyla da irtibatlıdır deyip “öze” geçelim:

1: Demokrasilerin  alameti farikası nedir dendiğinde üzerinde ittifak edilen standart, onun “seküler” olmasıdır. Sekülerlik bizdeki yanlış anlayışa rağmen “dinsizlik” veya “dünyevileşmek” demek olmayıp, dünyayı ilahi buyruklardan bağımsız olarak imar etmek ve yaşamaktır.

Başka bir deyişle dini hükümlerin ve kuralların kamusal/alanda, toplumsal işlerde ve ilişkilerde “dışarda tutulması”, dinin özele has kılınmasıdır. 

Dolayısıyla demokrasilerde dindar veya inançlı birilerinin “kamusal işlerde karar verici yerlerde yetkili olmasına, valilik, vekillik, komutanlık, yargıçlık, bakanlık, başkanlık gibi hüküm verici mevkilere gelmesinde” bir mani yoktur. 

Burdaki manilik inancın veya dinin kurallarının bu işlere bulaştırılmaması, bu işlerin inanca ve dine göre yürütülmemesidir.

2: Demokrasilerin ikinci büyük farikası, egemenliğin, ya da iktidar itaat ilişkilerinin kaynağının “gökten”alınıp yere indirilmesi, yani halka ait yapılması, halkın hukuki kategori olarak eşit haklara sahip varlık/biçim sayılmasıdır.

3: Üçüncü farikası yapısal olarak üretim ve dağıtım unsurlarının tekelleştiği, pazar hakimiyetinin sağlandığı vurguncu, soyguncu, sömürücü ve katil “kapitalist nitelikli serbest pazar ekonomisinin” rahmi, ebeveyni ve hamisi olması

Kapitalist nitelikli ekonomik sisteminse “din, siyaset, sanat, felsefe” ne varsa tümünü sistem lehine istihdam etmesi, değer sistemi olarak yegane amacın “fayda/yarar/menfaat” olarak rasyonel motivasyon üretmesidir. 

4: Dördüncü farikası kökeni ve tarihi itibarıyla demokrasinin mülkiyetle, mülk sahipliğiyle, mülk sahiplerinin özgür yurttaşlığıyla, bunların aralarında seçim yaparak kamusal görevleri paylaşması, kararların oylama sistemiyle alınmasıyla ilişkisi vardır.

Kralın yetkilerini sınırladığı, aristokrat ve ruhban sınıfının üyeliğini yaptığı dönemden sonraki aşamada halkı temsilen seçilmişlerin üyeliğini yaptığı parlamentolar tarihinde, 

Çoğunluğun iktisaden eşitliğine, siyaseten iktidarın paylaşımına dair halk lehine bir gelişme görülmemiş, tersine egemen sınıfın imtiyazlarının korunduğu tecrübe edilmiştir:

Nereye bakılsa orada ülke nüfusunun %10’unu temsil eden egemenlerin her yerde ulusal servetin %90’ına sahip olduğu, kalanın %10’u paylaştığı tecrübe edilmiştir.

5: Nihayet demokratik sistemin farikasından biri de onun paradigması ya da iman unsurlarının “parayı değer ölçüsü olarak putlaştırma, zenginliği yegane amaç ve güç yapma, insanı kendine yabancılaştırarak din ahlak aile dahil her ne varsa tümünü pazarda alınıp satılabilir nesneye dönüştürme” becerisi sayılmalı. 

Bu bakımlardan demokrasi bir düşünüş, bir algı ve bir ilişki biçimi, dünyaya ve varlık alemine nakış ve kurulacak ilişkiler bağlamında bir değerler sistemi, cenneti dünyada kurmak isteyen bir maddi ve mali rekabet sistemidir: “İnsanı kendine yabancılaştıran, insanın insanın kurdu yapan bir şeydir”…

Demokrasiyi ister bir devleti işletim sistemi veya bir ideoloji/din olarak kabul edelim sonuçta onun değişmeyen yanının

“Düşünce ve ifade özgürlüğü” başlığı altında tasnif ettiği ve sınırlarını tayin ettiği

“İdeolojik veya dini veya etnik veya cinsiyet veya kültür veya inanç veya soy sop, veya renk” vs farklılıklarının “hakları ve özgürlükleri korunacak” nominal eşitler, hukuki birer kategoriler yaptığı, 

Bu vazifeyi de devlete verdiği, devletinse bunlara eşit mesafede durmasının gerektiğinin ilanıdır.

Dolayısıyla o farklılıkların demokrasi içinde siyasal ya da politik manada birer anlamı ve önemi yoktur: Onların tümü politikadan bağımsız özel alanların kabulleridir.

O farklılıkların politik bir aktör olarak başka bir toplumsal yapı ve siyasal düzen talebi, demokratik rejime dair itirazları olmadığı ve sistemin tayin ettiği hukuki sınırlarda kalmayı kabul ettiği sürece, tümünün siyasalın “makbul yurttaşı”, ekonominin “müşterisi”, hukukun “eşit” yurttaşları olması kadar “barışçıl” ve “istikrarı koruyucu” birer “şey” olması kaçınılmazdır…

Demokrasilerde vaz geçilmezlerden sayılan siyasal partilerin yukarda sayılan satandartlar dahilinde esasta birbirinden farkı yoktur: Tümü “resmi statünün” partileridir, “anayasal düzenin”istikrarını sağlayıcı ve düzeni yeniden üretici siyasal unsurlarıdır. 

Dolayısıyla resmî düzene karşı başka bir sosyal düzen talep eden partiler daha baştan illegal sayılıp gayr-ı resmi sayılarak oyun dışına itilirler.

Bu bağlamda legal partiler arasındaki fark yalnızca sınıflı toplumda sermaye veya halk lehine uygulayacakları sosyal politikalardadır.

Bu yanıyla partilerin farklılıkları demokratik düzlemde ve standartlarda, yönetilenleri hak dağıtımına rıza ve statüko içinde mücadeleye ikna maksatlıdır.

Yani siyasal partilerin birbirinden esasta farkları yoktur. İlke olarak olmaz: Tümü seküler olmakla meşruiyet kazanmıştır. Bu yanıyla bir seçimde partilerden birini seçmiş olmak

Sistemin bekasını ve istikrarını sağlamış olmak, kamusal kaynaklardan sınıf/zümre lehine daha fazla istifade etmek, dolayısıyla sisteme destek vermek, partilerin sistemi yeniden üretmesine rıza göstermektir.

Bu yanıyla demokrasinin doğrudanı, temsili olanını da katılımcı olanı da belirliyorsa özünde bir değişme olmadığı söylenmelidir…

Demokrasiyi konuşurken devleti konuşmadan olmazdı. 

Devletler tarihinde olağan sayılan husus, onun yönetildiği rejimden önceliği olduğunu, siyasal bir organizasyon olarak tanrıdan/dinden bağımsız, kendi başına özerk ve kendisi amaç olan bir varlık olduğudur. Bu yanıyla devletin kendisi “tanrıdır.”

Yönetimin kana ve soya dayalı monarşi olması, atanmış veya seçilmişlere dayanması esasa değil, esasın bileşenlerine dair olduğu dikkate alınırsa, demokrasinin de olması gereken yerine konması kaçınılmazdır.

Bu bakımdan demokrasilerin tarihte bir devlet kurduğu söylenemez ama kurulmuş bir devletin siyasal rejim olarak işlettiği söylenebilir.

Buna da rağmen ve kendi alternatiflerine kıyasla demokrasilerde bir “yasa/nomos”un ve “yargı”nın varlığı yasal teminata kavuşmuş halkı da gözettiği için onun daha “faziletli” olduğu söylenmeli.

Burda yasanın meşruiyeti, referansı ve kimin, hangi zümrenin veya sınıfın çıkarını korumak için bir teminat olduğu tartışmasını bir kenarda tutarak

Yasama ve iktidar ve yargının ayrı erkler olarak ayrışmasını da kendi alternatiflerine kıyasla önemsemeli. Kendi alternatiflerindeki “kuvvetler birliği” ve iktidarın “keyfiliğine” kıyasla görece erdemli rejim olması not edilmelidir…

Bu bağlamda rejimden ziyade kendisi siyasal olarak teşkilatlanmış, örgütlü bir güce dönüşmüş devlete geçersek, devlet denen şeyin “bir fikrin, bir ideolojinin, bir dinin siyasal mimari/tasarım/yönetim ve toplumsal işleri tanzim etme işi olduğu, bunun için “örgütlü yapı” ihtiyacını karşıladığı anlaşılırsa,

Ordusu, emniyeti, istihbaratı, maliyesi, yargısı, hapishanesi gibi kurumsal tarafıyla devletin kendisinin bir “güç” olduğu görülür. Bu gücü kullanansa yasal olarak yetkili sayılan iktidar denendir. 

Şu halde gücün unsurlarını tekelleştirmiş bir organizasyon ve güç olarak devletin önceliği vardır.

Bu gücü “ele geçirenler/iktidarlar”yasal olarak be teolojik olarak bunu kullandıklarında iktidarlar da birer devlettirler.

Siyasal rejimler  bağlamında demokrasinin bu gücü denetleyecek ve sınırlayacak olan kuvvetler ayrılığı prensibiyle fazitletli sayıldığı söylenmeli.

Siyasal tarih bu devasa gücü denetleyici ve sınırlayıcı tartışmalarla doludur ama işin özü gelip dayanır o fikir veya ideoloji veya dini kavrayışın siyasi mimarisine: Devlet denenin neye yaradığı, 
neden var olduğu ve onunla yapılacak işlerin neliğine ve iktidarın sınırlanmasına kadar söz sahibi olan budur…

Konuyu İslam dinine ve devlet denenin İslami olanına getirirsek, demokrasilerin yeniden üretilerek yola devam edildiği modern çağda ve endüstriyel toplum yapısında 

Müslümanların kendi siyaset yapma biçimlerinden de, devlet teşkilatlanmasından da, hukuki ve iktisadi sisteminden de bakıldığında, kendi tarihlerinden ve inançlarının bu işleri düzenlemesinin gereğinden koptukları söylenmeli.

“İslamda devlet yoktur, din siyasete ve kamusal işlere karıştırılmamalıdır, demokrasiler din özgürlüğü için desteklenesi rejimdir, inançlar bireyseldir, din sivildir…” tarzı savunulardaki “siyasetsizlik”, kendi zemininden kopmuş olmasıyla bir kenarda tutularak denebilir ki

Modern çağın Müslümanları (Cabir’i gibi bir “deha” Gannuşi gibi bir “seküler” öğretmenler dahil diyelim) despotik veya diktatörel yönetimlere ve tecrübelere kıyasla, bunları da veri alarak burdan kurtuluş umudunun ancak özgürlükçü ve eşitlikçi ve adil fırsat ve imkanları sunucu olarak demokrasiyi savunuyor olmasının anlaşılır bir yanı yoktur.

Neden İslami bir devlet ve İslami siyasal ve toplumsal bir mimari değilde demokrasi, ya da demokrasinin İslami olanı sorusu dinin seküler karektere dönüştürülmesiyle alakalı.

Sorun demokratların veya demokrasinin değil görüldüğü üzere müslümanlarındır. Ve bu sorun henüz çözülebilmiş değildir.

Dinde bir eksilme var mıdır ben bilmiyorum(!) ama dini Allah’a has kılmada ve kulluk anlamında topyekün bir sorunumuz olduğu ortadadır…

Devlet denen şey kendi tarihi boyunca dinden bağımsız, kendi başına özerk bir kategori, dolayısıyla kendisi amaç olan bir yapı ve varlık dendiğinde 

Bu devletin nasıl yönetildiğiyle birlikte kendisinin öne çıkartılıp tartışılması icap eder: Niye vardır? Neye dayanır? Kendisiyle ne yapılır?…

İslam dinine müracaat edildiğinde devlet, fıkıhta bir ara kategoridir: Kendisiyle yapılacak işler için lazım gerek bir “araç/vesile”dir.

Bir güç, bir imkandır. Dolayısıyla sınırı ve haddi hukuki kurallarla çizilidir. Yanlış yaptığında yakasına yapışılacak ve hesap sorulacak olandır: Kimin temsil ettiğine bakılmaksızın.

İslam hukukundaki devletin yeri, kendisiyle görülecek işlerle alakası görülmez gelinecek olursa, Hobbes’in deyimiyle kendisi ilah olan bir devletle veya iktidarla yüz yüze kalırız. 

Ki bu durumda uluhuyetin ve rububiyetin Allah’a, ubudiyetin insana olduğu imani kabul şüpheli hale düşer.

Şu halde sadece “anayasa, hukuk, seçim, istişare, halk iradesi, ortak akıl, düşünce ve ifade hürriyeti, bağımsız yargı, özgürlük..” vs bakımından ele alınarak demokrasi savunulur, onun bağlısı olan devlet geri planda tutulursa

O işlerin yalnızca demokrasilerde olduğu “zannedilir.”

Oysa demokrasiler daha tarihte yokken dahi bu işler hep vardı: Bir hukuka dayanıyordu. 

Kabile toplumlarında şefler genelde seçimle gelir, karar kabile ahlak ve hukukuna dayanarak alınırdı; bu yapılarda krallık ve buyurganlık yoktu. İstişare ve ikna önemliydi. Çünkü başkanlar eşitler arasından birinci olarak temayüz ederdi.

Son peygamber Hz Muhammed’in milleti Kureyş’te ve Mekke site devletinde Dar’un Nedve böyleydi.. İtalya kent devletleri seçilmiş belediye meclisi üyeleriyle yönetilirdi.. Antik Yunan demokrasisi ve onların devraldıkları kadim toplumların siyasetinde despotları hariç seçimli ve meclisli yönetimleri asıldı.

Müslümanların tarihe yeni girmişçesine verili demokrasiyi bir matah sanıp içinde yaşadıkları baskıcı rejimlerden kurtuluş ideolojisi olarak demokrasiyi savunmaları, bu bakımdan anlaşılır gibi değildir.

Baskıcı ve despotik devlet veya yönetimlerinden kurtuluşun yegane yolu, özgürlükler rejimi demokrasi olarak öne sürülürse İslam dininin bu hususta eksikli olduğu varsayılır. Başka bir deyişle din, seküler karakterli bir inanca dönüşür, Tanrı ile Sezar iki ayrı hükümran olarak kabul edilir: Bu hükümranların yönetim alanları ayrıştırılıp paganizm ve sekülerlik meşruiyet kazanır…

Müslümanların seküler karakterli demokrasiyi savunmaktan veya onun diktatörlük mü demokrasi mi gibi ikili alternatife sıkışıp seçeneksizlikten dolayı statüko içinde meşruiyet ve kazanım araması, bu nalımdan da anlaşılır gibi değildir.

Son 150 yıllık siyasi tecrübede diyelim insanların hevasını ilah yapıcı, nefisleri azdırıcı, nesilleri bozucu, fesadı yaygınlaştırıcı şartları teşvik edici özelliğiyle demokrasinin hangi özgürlüklerin teminatı olduğu nedense göz ardı ediliyor.

İslami siyasi bir mimari /toplum tasarımı ve devlet ve rejim yokmuşçasına, tarihte hiç olmamışçasına demokrasinin islamisini üretmenin bu bakımdan da anlaşılır bir yanı yoktur.

Kendi alternatiflerine kıyasla gerek devlet yapılanması ve onun siyasal rejimi olarak üstün tutulan demokrasi, kendi alternatiflerine kıyasla faziletli olabilir.

Lakin bunun faziletinin şartının, her tür imtiyaz ve ayrıcalıkları iptal eden, üstünlüğü yalnızca takvaya bağlayan, siyasi iktisadi ve sosyal adaleti iktidar eden İslamın ortada olmayışı, İslami siyasetin savunulmamasıyla ve muhafaza edilmemesiyle irtibatı vardır. Şu veya bu farklılığı üstünlük aracı yapan ve bunu iktidar imkan ve fırsatlarıyla ayakta tutan zorba rejimlerin tek çaresi olan İslam, onun veya bunun alternatifi değil tek opsiyondur. 

Bu yanıyla mesele gelip dayanır “hakikatin” tanımına ve kaynağına…

Demokrasilerde İslam oylanmıyor, dolayısıyla partilerden ehven olanı seçmekte ve kazanımlarımızı dikkate almakta mahzur yoktur diyenlerimizin, kıyamete kadar İslamın gündem olmayacağını ve ortaya sürülmeyeceğini hesaplamıyor oldukları söylenebilir.

Oysa nerede bir Müslüman varsa, orada İslam gündem olmalıdır. Ortaya sürülmelidir. Dolayısıyla demokrasi dahil her hangi bir siyasal yapı ve sistemin İslama “şans tanıyacağını” ummak büyük bir gaflettir. 

“Maslahat, kazanım, ehveni şer..” diye diye batılı haktan görmenin beya batıl içinde meşruiyet aramanın başka türlü izahı olabilir mi?

Çağdaş dünyada mesele (belki de kasten üretilen veya desteklenen zorba nitelikli) kötü örneklerin “misal olmayacağı”, yerine doğrusu için var olunması gereğidir…

Bitirirken demeli ki Kureyş suresi özelinde ortaya konan paradigma ve hak batıl ilişki biçimi, hakkın batılla uzlaşmasının mümkün olmayacağı, uzlaşı olursa batılın da haktan sayılacağının/ona da saygı duyulacağının tespitidir. Buysa peygamberleri anlamamanın neticesiyle irtibatlı bir durumdur.

Eni sonu bu dünyada var oluş amacının, uğrunda var olunacak yegane şeyin yalnızca “kulluk” olacağını şöyle özetledi sure: Tarihsel her çağda ve sosyal yapılarda “Ma’butlar var, ma’but var.. Dinler var, din var.. İbadetler var, ibadet var.” Burda bir değişme olmayacak. Çünkü Allah insanları tek bir ümmet olarak yaratmayı dilemedi.

Şu halde meselenin özüne ilişkin olarak “dinin, toplumsal işleri ve ilişkileri düzenleyen, herkesin uyacağı yasakları koyan, adaleti ayakta tutan, hakkı hükümran ederken batılı yere seren, toplumsalı ve siyasalı kendince düzenleyip kuran” temel vasfı, ibadeti de ma’butu da içerir.

Bu tanım doğal olarak iki dinin bir arada olamayacağını da gösterir. Şu halde başka bir dinin (muktedir olanın) tarifi tasnifi ve tayin ettiği hukuki sınırları kabul eden bir dinin, din olmaktan çıkacağınıda gösterir.

Din buysa, ikmal edilmiş haliyle İslam dininde bir eksilme de yoksa, siyasalı dahil hak olarak ortada olmaz ve savunulmazsa, dinin batıl olanı boşluğu dolduracak, her şey ve diğer dinler de o dine dayalı olarak yeniden konumlanacaktır…

Nihayet İslamın karşıtının diktatörlük veya demokrasi olmadığı, ilahlık taslayan devlet/iktidar da olmadığı ama şirkin, küfrün, zulmün, azgınlığın, tuğyanın ve hileli düzenler kurarak imtiyaz, statü ve egemenlik kazananların, şu veya bu adla bir dinin/siyasal mimarinin toplumsal yapıyı örgütlediği söz konusuysa, batılı/statükoyu ayakta tutacağı hatırlanmalı.

Dolayısıyla marufun emri münkerin nehyinin “devletsiz de kalınsa” yapılmasının gerektiği anlaşılmalı.

Şu halde “muhalefetin” batıl statüko içinde sunulan kazanım ve imkanlarla sınırlanması naklen de aklen de muteber olmayacak, muhalefetin zulmü abad eden statükonun kendisine olması gerektiği itibar görecektir.

“Zalimlere meyletmeyin ateş size de dokunur” dini kuralı şartlar ve zamanlar değişse de tarih içinde alınacak doğru pozisyonu işaret eder.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş