3. bölüm
Yazarımız Sayın Mehmet Yaşar Soyalan’ın kendine has üslubu ile kaleme aldığı “7.yy’dan 21.yy’a Dinin Araçsallaştırılması Üzerine Bir Önsöz Denemesi” olan “DİNİN DAVAYA, DAVANIN SİYASİ HAREKET DÖNÜŞMESİ” konu başlıklı yazı dizisinin 3. bölümünü ilginize sunuyoruz
Her Taraf Haber
Dava: Modernizm Karşıtı Ancak İlerlemeci Bir Söylem
Bu duruma gelinmesinde dünyanın içinde bulunduğu durumun, fikri ve siyasi hareketlerin, yeni yönetim sistemlerinin, ekonomik modellerin de büyük etkisi vardı. Çünkü artık dünyada din merkezli bir tasavvur değil, ideoloji merkezli bir tasavvur egemendi ve her şey adeta yeni bir dine dönüşmüş bu yeni tasavvurlara göre şekilleniyordu. Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Budizm, konfüçyanizm gibi kadim dinler yerini sanki Kapitalizm, Komünizm, Liberalizm, Sosyalizm gibi modern dinlere bırakmıştı.
Müslümanların bu yeni dinlere karşı söyleyecek çok fazla şeyi yoktu. Bu emperyal sömürge süreçlerine karşı varlık yokluk mücadelesi vermekten bu tür konulara eğilecek zamanları ve imkânları olmamıştı belkide. Çünkü yaklaşık yüz yıl hayatın ve devletin hatta dünyanın dışına atılmışlar, zoraki bir hayatı yaşamak durumunda bırakılmışlardı. Özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi vermekten dünyada olup bitenleri takip edememişler, olanları ıskalamışlardı. Ancak bu yeni modern dinlere/ ideolojilere karşı da bir şeyler söylemek durumundaydılar, bundan kaçmaları mümkün değildi.
Müslümanların hem bu ideolojilere doğrudan verecekleri bir cevapları olmadığı için hem de kendilerini ifade edecek bir ideoloji kuramadıkları için dinlerini bir ideolojiye indirgeyerek veya bir ideoloji olarak yeniden kurgulayarak, bu modern dinlere İslam üzerinden cevap vermeye çalıştılar. İslam dininin verileri ile bu ideolojileri karşılaştırarak İslam’ın “ne yüce bir ideoloji ve sistem” olduğunu açıklamaya çalıştılar. Artık İslam ile Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm arasındaki rekabetten değil, İslam ile kapitalizm, komünizm, liberalizm arasındaki, rekabetten, benzerlik ve farklılıklardan söz edilmeye, yazılıp çizilmeye başlanmıştı. Artık İslam ve İslami olan her şey ideoloji temelinde algılanır olmuştu. Elbette Müslümanlara ait siyasi hareketler de bu özelliğe sahip olarak temellendirilip inşa edilmişti.
Bağımsızlık Hareketlerinin Batı Tarafından “Siyasal İslam” Olarak Tanımlanması
Son yıllarda popüler hale gelen “siyasal İslam/ fundamentalist İslam” tanımlamaları da bu anlayış ve okuma biçimi ile ilgiliydi. Gerçi bu tanımlama bir “oryantalist” tanımlamaydı ve özel niyetler taşıyordu. Suyun başını tutan Batı, suyu bulandırmakla suçlayacağı bir “öteki” üretmek istiyordu. Çünkü bir “uyanış” ve “yeniden doğuş” olarak da ifade edebileceğimiz Müslümanların bu var olma mücadelesi, Batılı hegemon emperyal güçlerin Müslüman coğrafyadaki işlerini oldukça zora sokmuştu. Batı, bu uyanış hareketlerini boğmak için askeri, ekonomik, siyasi bütün imkanlarını zaten kullanmaktaydı. Ancak bu yetmediği için kavramsal alana da müdahale ederek zihinleri bulandırması, literatürü ifsat etmesi gerekecekti. Bunun için Batı Medeniyetinin “ileri karakolu” olarak ifade edebileceğimiz sosyal bilimlerin ve sosyal bilimcilerin destek ve katkılarıyla “siyasal İslam/ fundamentalist İslam” diye bir tabir ortaya çıkarıldı. Bu tanımlama tam da bölgesinin ekonomik, siyasal, kültürel bağımsızlığı için mücadele eden insanları tanımlamak için kullanıyorlardı ve bu tanımlama her durumda olumsuz ve ötekileştirici, karalayıcı, aşağılayıcı bir tanımlamaydı.
“Siyasal İslam” varsa elbette “Siyasal olmayan İslam” da vardı. Bu tanımlamayla aynı zamanda “siyasal olmayan İslam ile bir sorunumuz yok” mesajı da verilmeye çalışılıyordu. “Biz ‘yöneten’ değil ‘yönetilen’ İslam istiyoruz diyorlardı. Sorun zaten bu “Yöneten İslam”dı. Amaç İslam coğrafyasında bir kafa karışıklığı yaratmanın yanında Müslümanlar arasında ikilik çıkarmak ve bu var olma mücadelesini kaynağında boğmaktı. Sürecin daha ileriki aşamalarında Müslüman coğrafyada “Siyasal İslam” tabiri “İslamizm/ İslamcılık” olarak ifade edilmeye başlandı. İşin traji-komik tarafı, bu “İslamcılık” tabirinin bizzat bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman kesimler tarafından da kabul görmüş olmasıydı.
Bu “Siyasal İslam” tanımlaması, dinin davaya, davanın siyasi harekete evirilmesinin Batı tarafından Batının çıkarlarına uygun bir biçimde okunma biçimiydi. Dediğimiz gibi ön yargılıydı. Ancak “Yöneten İslam”ı ifade etmesi açısından ise gerçeğe karşılık gelen bir boyutu da vardı. Bizim eleştirdiğimiz nokta siyasi olanın, asıl yerine geçmesi, siyasi hareketin kendisinin İslam ile aynılaşmasıdır. İslam’ın temelini oluşturan, akıl, vicdan, ahlak ve hukukun adalet olarak tecelli etmesinin ötelenmesidir. Ağırlıklı olarak akıl, vicdan, ahlak, katılımcılık, hesap verilebilirlik ve ilim dışlanarak kuru bir hukuk/kanun ve eylem üzerinden inşa edilen itaat kültürü ile sistemin yürütüle gelmiş olmasıdır.
Hareketin İki Temel Sorunu: Dogmatik fıkıh ve “Düşman” İle Aynılaşmak
Bu hareketlerde temel sorun, dogmatik fıkhın İslam’ın Müslüman hafızayı şekillendirmesi ve İslami olanın bundan ibaret sayılmasıdır. İkinci temel sorun, hem yapının teşkilat yapılanmasının hem de kuracakları düzene ait devlet ve yönetim tasavvurlarının “düşman”ın metodunun taklit edilmesi ve -kendi fıkıh anlayışla meşrulaştırılmış- derinlikten yoksun şekilci ve kuralcı bir tasavvura sahip olmasıdır. Dolayısıyla bu tasavvura sahip yapıların derinlikli, sorgulayan, geniş ufuklu, akıl, ahlak ve adaleti merkeze alan müntesipler yetiştirememiş olması Müslüman coğrafya ve Müslümanların geleceği açısından en temel riski oluşturmaktadır.
Dinin davaya dönüşmesi, Müslüman coğrafyanın Batılı hegeman sömürgeci güçler tarafından işgal edilmesi, mal ve mülklerinin yağmalanması, yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmaları, can ve namuslarının değersizleşmesi, bireysel ve dini özgürlüğün kısıtlanması, Müslümanların sıradan günlük yaşantılarında sıkıntılar yaşamaları, asırlardır yaşaya geldikleri geleneklerini terk etmek durumunda kalmaları veya çocuklarına aktaramamaları, savaş ve işgalin acı hatıraları ile doğrudan alakalıdır.
İşte böyle bir tarihsel geçmiş ve ortam içerisinde Müslümanlar kendilerini bir davanın ve bu davayı yürüten bir hareketin sahibi ve temsilcisi olarak buldular. Maddi, dini, sosyolojik, psikolojik pek çok neden dolayısıyla kendilerini içinde buldukları hareketin dava olarak sahiplendikleri şey onların umut ve gelecekleri, dolayısıyla bugün varlıklarını devamını sağlayan en temel motivasyon kaynağıydı.
Onların hayata tutunmasını sağlayan yegâne güçtü. İdeallerinden uzaklaştıklarında kendileri olmaktan da uzaklaşıyorlar, mevcut egemen sistem içerisinde kaybolup gidiyorlardı. Bunu yaşayarak öğrenmişlerdi.
Ayrıca tüm yaşanan acılara rağmen, kendi halinde, ailesinin geçimini sağlamaya çalışan, klasik dini ibadetlerini ifa etmekle yetinen, onun dışında sokakla, şehirle, devletle, iktidarla, iktidarda kimin olduğuyla ilgilenmeyen birisi olarak hayatına devam ettiğinde, ideali günü kurtarmak olduğunda, kimsesizliğe ve yalnızlığa mahkûm oluyor, iki çatışan güç arasında sıkışıp kalıyordu.
Ailesinin maişetini temin etmekte sıkıntıya düşüyor, çocuklarına sahip çıkmakta zorlanıyordu. Şartlar onu iki karşıt güçlerden birinin içinde yer almaya zorluyordu; ya gücü ve ekonomik imkanları elinde bulunduran egemen emperyal güçlerden veya onların taşeronlarının yanında ya da onlara karşı mücadele eden, zaman zaman yerel güç haline gelen ve kendileri ile pek çok ortak değere sahip olan “asi” yerli yapıların içinde yer alacaktı. Arada bir yerde kalmaları mümkün değildi.
Çünkü böyle ortamlarda, sıradan bir dindarlık, etliye sütlüye karışmadan, hayatla ilgisini kendi hanesi ve en fazla mahallesiyle sınırlayarak yaşamak mümkün değildi. Yaşanmışlıklar ve hayatın, devletin, sistemin dizayn şekli tek başına kendisi kalarak yaşamasına müsaade etmiyor, mecburen kendi hanesinin, kendi mahallesinin dışında olan bitenlerle ilgilenmek durumunda kalıyordu. Alışa geldiği düzen yıkıldığı için çoğu zaman isteği dışında kendisini yeni bir düzenin içinde buluyordu.
İşte böyle durumlarda hayatı devam ettirmek ve kendisi kalabilmek için sıradan bir dindarlık yetmiyor. Çünkü böyle bir dindarlık hiçbir sorunu çözemediği gibi, kaos dönemlerinde, çatışma ve kutuplaşma zamanlarında taşınması zor bir yük haline de geliyor. İnsanın kaybettikleri çoğaldıkça arayışları da çoğalmaktadır. Aradıkları ile gerçekler ve yaşadıkları arasında mesafe uzadıkça beklentileri de artmakta ancak bu beklentiler de bir o kadar kendisinden uzaklaşmaktadır.
Hareketin İslam ile Aynılaşması ve Modern “Fırka’i Naciye”ler
En zaruri ihtiyaçlar, eğitim/meslek edinme ve adalet gibi en temel konularda bile beklentiler karşılanamayınca bunların hepsi gelecekte bizi bekleyen bir “kızıl elma”ya dönüşüyor. İşte bu beklenilen şey ve beklentiye ulaşmanın adı “dava”, bu “dava”ya ulaşmanın yolu da “hareket”/ “yapı”, “parti”, kısmen “cemaat” olarak adlandırılıyor. İşte böyle bir ortamda doğan modern Müslüman siyasi hareketleri kendilerini bir misyonun bir davanın sahibi ve savunucusu olarak buldular. “Dava” dedikleri şey bir Müslüman için inandığı ve yaşamaya çalıştığı din olan İslam olunca “dava” İslam ile eşitlenince, İslam da ister istemez hareketin kendisi ile eşitlenmiş oluyordu.
Bu durum retorik olarak tam bu şekilde ifade edilmese, kendi yapıları dışındakiler de Müslüman olarak kabul edilse de uygulamada “kendi davaları” en İslami olanıydı: “Fırka’i Naciye”nin modern bir versiyonu ile karşı karşıyaydık.
Aslında her hareket kendi ilke, kural ve öncüllerini açıklamış olsa da işin içine insan unsuru girdiği için aynı yapı içinde bile fikirler, duygular farklı farklıydı. İçinde yer aldığı yapının/hareketin “dava” tanımı çok elastiki olsa, kişiden kişiye, ihtiyaçtan ihtiyaca, bölgeden bölgeye değişse de “iyi bir yarın/gelecek” umudu noktasında herkes ortak bir kanaate sahipti. Davaya sahip çıkarlarsa en kötü ihtimalle onları Ahirette güzel bir gelecek bekliyordu.
Egemen güçlerce “yeniden sömürgeleştirme” planlarının fiili olarak uygulamaya konduğu ve bu uygulamanın hız kazandığı şu günlerde din- dava- hareket ilişkisi de yeni bir boyut kazanmış görünmektedir. Hayat boşluk kabul etmiyor, etki-tepki mekanizması kendiliğinden devreye giriyor ve var olan toplumsal imkanlar bu çerçevede yerlerini alıyorlar. Kendilerini tehlikede görenler, olanları hayat -memat meselesi olarak okuyanlar, “düşmanın” yaptıkları ve kendi inançları dahil her şeyi araçsallaştırıyorlar. Bugün olanların ne olduğu, ne adına yapıldığı ve nasıl olduğu çok açık bir biçimde görünüyor. Bugün olanların bir benzeri belki daha katmerlisi geçmişte de yaşanmıştı.
O zaman olanlar da o dönemde o coğrafyada yaşayanlarca görülüyor ve ona göre bir tavır sergileniyordu. Yani değerleri ve coğrafyaları Batılı işgalci postalları tarafından çiğnenen veya çiğnenmek üzere olan coğrafyanın insanları ellerinde ne varsa, hangi imkanlara sahipseler onları kullanarak var olma mücadelesine giriştiler. Bu mücadele Arap coğrafyasının pek çok bölgesinde; “İhvan”, Hindistan coğrafyasında; “İslam Cemaati”, Türkiye’de “Milli Görüş” hareketi olarak ete kemiğe büründü.
Şimdi artık bu genel değerlendirmelerden sonra son yüz yılda çok etkili olan hatta kendi bölgelerinin dışında bile taraftarları bulunan bu hareketleri bu çerçevede analize geçebiliriz. Çünkü, Müslüman coğrafyadaki Müslüman Kardeşler, Cemaati İslami ve Milli Görüş gibi hareketleri incelediğimizde, bu hareketlerin örnekliğinde dinin davaya, davanın siyasi hareketlere dönüşmesi daha iyi kavranmış olur diye düşünüyorum.
Devam Edecek….
Yazı Dizisinin 1. Bölümü İçin Aşağıdaki Link'i Tıklayınız:
Yazı Dizisinin 2. Bölümü İçin Aşağıdaki Link'i Tıklayınız:
"Bu makale, Aynı zamanda , Yetkin Düşünce Dergisi'nin 2019 temmuz-eylül (2. yıl, 7.sayı) sayısında yayınlanmıştır."
Nuray Mert yazdı: Veda ediyorum
11.04.2025
Vedat Kahyalar ile Derkenar..
11.04.2025
Pursaklar’da Ramazan | Osman Kayaer
19.03.2025
İmamoğlu gösterilerinde 172 kişi tutuklandı
26.03.2025
Güven ve Adalet Toplumu |HAMZA ER
28.03.2025
Gazze Kazanacak, İnşallah VEDAT KAHYALAR 14.04.2025
NE YAPMALI? YUSUF YAVUZYILMAZ 13.04.2025