metrika yandex
  • $32.51
  • 34.82
  • GA18240

Hac yolunda

MEHMET YAVUZ AY
10.08.2017

28 Kasım 2007 Çarşamba

            

Büyük ihtimalle 18 Eylül gecesiydi. Eşimle gittiğimiz bir teravih namazından eve dönmüştük. Ankara Müftülüğü Hac Bürosundan aramışlar. Hac sıramız gelmiş. Kızlar bir telâş, bir heyecan haber veriyorlar. Kuşkuluyum. Mesaî sonrası geç bir saatte aranır mıyız diye. Üstelik kuralar çekilmiş, kendi gurubumuz içerisinde sondan üçüncü sıraya yerleşmişken... 21 Eylül Cuma gününe kadar işlemlerin bitirilmesi istenmiş. Ek kontenjandan hacca gitme imkânı doğmuş. Allahuekber!                                              

 

 Hacca ilişkin çok yoğun talep olduğu basın yayın organlarınca da dile getiriliyordu. Sıraya girelim düşüncesiyle başvuru yapmıştım. 2008'de gidebilme arzusu ile. Eşim 8 Eylül 2007’de dönmüştü; büyük kızım, babası, annesi, ablası, Kur'an Kursu'ndan öğrencileri ile gittikleri Umre'den. 2006 yılı 28 Ağustos-12 Eylül aralığında umre nasip olmuştu: "Sevgilinin Evi" Mekke, Efendimizin evi Medine...

   

 "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe'nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler." (İbrahim-37)

"Hani İbrahim, “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır” demişti." (Bakara-126)

 "İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler." (Hac, 26-27)

   

 Kutlu kitabımızın çağrısına icabet niyeti kuşanınca, Rabbimiz önümüzü açmış. Hamd, övgü, şükür, sena alemlerin Rabbine mahsustur. Haccın, zenginlerin yapacağı bir ibadet olduğu anlayışı zihnimde yerleşik. Bugüne dek okuduğum kitaplar ve yorumların oluşturduğu bir kanaat olsa gerek. Oysa şu ifadelere bakınız:

 "Bir insana haccın farz olması için zekat verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı mülkü ve imkânı bulunan kimseye diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur." (DİB. Hac İlmihali, s.32)

"Ancak sağlık dahil bütün şartları taşıdığı yıl hacca gitmeyen kimse daha sonra sağlığını kaybedecek olursa, üzerinde hac borcu kalır, bu takdirde yerine bedel göndermesi gerekir. (DİB. Hac İlmihali, s. 33)

"Bir kimse hac mevsimi girdiğinde hacca gidebilecek şartları taşıyorsa kendisine hac farz olur. Bu şartları taşıdığı halde hacca gitmez de daha sonra hacca gitme imkânını kaybederse üzerine hac borcu baki kalır." (DİB. Hac İlmihali, s. 36)

    

Haccın yoksulluğu gidermesi muştusu, yoksullara çağrı değil midir?...

 

"Hac ve umreyi birbirine ekleyin (peş peşe birlikte yapınız); çünkü bunlar körüğün demir, altın ve gümüşteki kiri, pası gidermesi gibi, yoksulluğu ve günahları giderir. Makbul bir haccın karşılığı ancak cennettir. "(Tirmizi-Hac-2, Nesai-Hac-6)

Fakirler belki de zenginlerden daha fazla hacca gitmeyi arzu etmeli…

 

Hacca ilişkin zihnimdeki yargılar değişip dönüşe dursun, sevgili dostum Hasan Aycın İstanbul'dan ziyarete geldi. Hac haberini verdiğimde yüzü aydınlandı. Geçmişin tüllerinden, birini aralayarak şahit  olduğu bir hac hikayesini gizemli üslubuyla anlatmaya başladı. Çok fakir, çok yaşlı, kimsiz kimsesiz birinin, arkadaşı vasıtasıyla hacca gönderilişi, Medine'de vefat edişini...

            

 5 Aralık 2007 Çarşamba

           

4 Aralık'ı heyecanla bitirdik. Gece yarısı. Miladi takvimde yeni gün başladı. 01 sularında evden çıktık. Kayınbirader'in arabasıyla gideceğiz. Kayınpeder, kayınvalide yolcu ediyor. Park yerinde eşimin bir öğrencisi uğurlamaya gelmiş. Eşiyle selamlaşıyoruz. Bizimkilerden kimse yok.

 

 01.30'da havaalanındayız. Ortalık sakin. Çoğunluk hacı adayları işlemlerini bitirmiş bekliyor. Valizleri rahat bir ortamda teslim ediyoruz. 35. Kafile 1. Gurup görevlisinden pasaport ve uçak biletlerimizi alıyoruz.

 Çocuklarla ilk fotoğrafı çektiriyoruz. Kalkış saatine çok var. Beklesinler istemiyorum. Vedalaşıyoruz.

   

 04.20'de kalkması gereken uçak 04.45'de havalanıyor. Uçakta DİB.lığınca hazırlanmış hac programını izliyoruz. Sabah namazını oturduğumuz yerde imayla kılıyoruz. Dışarı karanlık. Kuzeyden güneye uçak ilerliyor. Yaklaşık otuz dakika sonra bütün doğu hattında ince bir çizgi halinde ışık beliriyor. Anbean ortam kızıllaşıyor. Gözümü pencereden alamıyorum. Bulutların üstünde, insanlık aleminin dışında yeryüzü coğrafyasını andıran düzlüklere, iniş çıkışlara, tepelere, vadilere benzeyen bulutlar alemini seyre dalıyorum. Simsiyah yağmur yüklü bulutlar adeta birbiri üstüne binmiş. Kış bulutlarını yukarıdan bugüne dek görmemiştim. Zihnimde yaz bulutlarının apak devinimleri. Bulutların üstünde doğu hattı tutuşuyor. An an uçağa gelen ışık hüzmeleri artıyor. Aman Allah'ım simsiyah bulutların üstünde güneş başını çıkarıyor. Yukarıya, uçağa yönelen ışınlar nereye gidiyor?

    

Heyecanlı bir kalbin atışı, doğum sancısı çeken annenin titreyişi, sancıları gibi Güneş kasılıyor. Gözlerim kamaşıyor. Bir ara eşimin güneş gözlüğüyle bakıyorum. Az önce, karanlıkta, orada, bir hayalet gibi ilerleyen uçak, ışık selinde boğuluyor. Güneşin kasılmaları her seferinde gökyüzüne ışıklı oklar fırlatıyor.

   

07.25 Cidde havalimanına inişe geçiyoruz. Önceki gelişimizde gece indiğimiz havalimanının devasa boyutları hemen dikkatimi çekiyor.Hacca gelen insanların gümrükte yıllarca çektiği sıkıntıların aksine terminale alındığımızda hemen oturacak yer gösteriyorlar. İlk pasaport kontrolleri burada genç görevliler tarafından yapılıyor. Yaklaşık 160 kişilik kafilenin işlemlerini 45 dakikada bitiriyorlar.Burada en önemli sorun Medine'ye gidecek kafilenin Cidde'ye indirilip karayoluyla Medine'ye gönderilmesi. Koca bir gün yollarda heba ediliyor. Bu uygulama değiştirilmeli.

 

Gümrük kapısındaki güzel uygulama; terminalde iki buçuk saat bekletilişimizle solgunlaşıyor. Otobüsler tuhaflığı, garipliği, yanlışlığı pekiştiriyor. Yıllar öncesinin bagajı tepesinde külüstür otobüslerine bindiriliyoruz. Şoför Suudlu değil. Pasaportlar şöföre teslim ediliyor. Bekleyiş sürüyor. Şöför, otobüsten inecekse kapıları kapatıyor. Kimse buraya kaçmaya gelmedi oysa. Yolumuz yaklaşık 450 km. Şöför, havaalanı çıkışında Medine yolunu şaşırıyor. Levha ve yoldan geçen bir aracı durdurarak yol soruyor. Şoför bu yolu ilk defa kullanıyormuş. Otoyola girince rahatlıyoruz. Görevliler eşliğinde getirilen tekbir, tehlil, telbiye ve salavat-ı şerifler. Kimileri ikram çabası içinde.

Namaz molası verilen yer insanın içini burkuyor. "Vah ülkem vah" diyorum. Bu topraklar, biz Müslümanların ırkı, coğrafyası ne olursa olsun ülkesidir. Yürekler acısı manzaralar... Her yer çöplük. Hanım hacı adayları çok ilkel ve yarı açık yerlerde abdest almaya çalışıyorlar. Kafile Başkanı’nın böylesi bir yerde mola verdirmesinin izah edilecek bir yanı yok... Mescit kum içinde. Alnımızı koyacak temiz bir yer bulamıyoruz.

 

 Medine toplanma bölgesine giriyoruz. İkindi namazını zor ikmal ediyoruz. Tuhaftır, tuvaletlerin çoğu alafranga. Yeniden sayım kontrol. Sanki pasaport kontrolünden geçmedik. "Mürşid" denilen genç biri otobüse biniyor. Otele kadar eşlik ediyor bize. Şoför ve Mürşid oteli güçlükle buluyorlar. Akşam olmak üzere. Oda ve valiz telaşı içindekileri bırakarak, akşam namazına, Ravza-i Mutahhara'ya koşuşturuyoruz…

      

 6 Aralık 2007 Perşembe

   

Hayatımızın karmaşası, koşuşturması bitti... Günlük hayatımız, uyku düzenimiz hatta yemek alışkanlığımız geride kaldı. Ani ve keskin bir değişim. Yüz binlerce yeryüzü Müslümanı’nın yüreği, zamanı "Efendimizin Mekanı'na" ayarlı. Ne çok şey geride kaldı. Azgın kapitalizm, moda, popüler kültür, çılgın koşuşturmalar, şeytani ilişkiler, dehşet dünyevileşme. Ve menfaate ayarlı zamanlar, mekânlar...Çarşı pazar faslını geçersek burada zamanın nabzı Ravza-i Mutahhara'da atıyor. Siyah, simsiyah, beyaz, sarı, yeryüzü renklerini yüzünde taşıyan Müslümanların yüreği de...

       

 7 Aralık 2007 Cuma

     

     Sabah namazı için 03.00 sularında kalkıyoruz. Bazen 04.30 sularında okunan namaza çağrı ezanıyla           

     uyanıyor, telâşla Mescid-i Nebevi'ye koşuyoruz. Fecr-i Sadık 05:30 da ikinci ezan vakti. Yirmi         

     dakika sonra sabah namazının farzı kılınıyor. Sabah rüzgârlı ve soğuk. Otelin güzel imkânlarla  

    donanmış ortamından çıkıp Mescid-i Nebevi'nin avlusuna girdiğimizde içim bir tuhaf oluyor.

    Avlunun mermer zeminleri üstünde yatan Müslüman kardeşlerimizi gördüğümde… Utanıyorum. İçim

    sızlıyor. Altlarında bir şilte, seccade ya da battaniye; başlarının altında bir çanta, sarsan soğuğun

    zamanla artan etkisiyle sıkı sıkı sarındıkları şilte battaniye. Bu yüreği büyük, bütçesi küçük insanların

    fedakârlığını nasıl değerlendirebilirim? Şüphesiz Allah (c.c) indinde makamları büyüktür. Selâm  

    olsun  onlara!..

 

      8 Aralık 2007 Cumartesi

   

Mescid-i Nebevi avlusu güçlü projektörlerle aydınlatılıyor. Kocaman çekirgeler, koyu gökyüzünün  

altında, sütunlar üzerindeki ışık kaynaklarının etrafında dönenip duruyorlar. Kimisi ölmüş kimisi

yaralı. Uçarken zemine pike yapıyorlar. Üzerlerine basmamaya özen göstererek geçip gidiyoruz.

Ravza avlusunda minik bir kedi. Çıtır çıtır sesler çıkararak çekirge yiyor.

 

Efendimiz: "Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir." buyuruyor. ( Buhari, Fadlü's Salat, 6 ) 200 metre karelik söz konusu alana yeşil renkli halılar serilmiş. Burada namaz kılmak için insanlar birbirlerini eziyor. Günün hangi saati gitseniz orası hep dopdolu. Osmanlı'nın inşa ettirdiği Ravza-i Mutahhara, sabah öğle ve yatsı namazlarından sonra hacı adayı hanımefendilere de açılıyor. Görevliler vakti geldiğinde hanımlar için Ravza içine uzun paravanlar çekiyorlar.

 

 9 Aralık 2007 Pazar

   

Önceden haber verildiği gibi 07:30 da geziye çıkıyoruz. Uhud, Mescid-i Kıbleteyn, Yedi Mescidler,

ve Kuba Mescidi.. Cuma Mescidi programda yok. Kafile Başkanından talepte bulunuyorum. Ranuna

Vadisine inilmediğini söylüyor.  İlk durağımız Uhud Savaşı'nın yapıldığı yer. Okçular Tepesi'ne çıkıyoruz. Bilgi verilip dua ediliyor. Bir zamanlar Uhud Savaşı'nda şehit olan 70 sahabenin mezarının bulunduğu şehitliğe bile götürmüyorlar. Kuru ve üstün körü bir görev anlayışıyla kafile gezdiriliyor. Muhteşem bir tarihî mekânın insan eliyle nasıl hoyratça katledildiğine bir kez daha şahit oluyorum. İçim burkuluyor. Uhud Savaşı'nda cereyan eden olaylarla mekânı bağdaştırmak ne kadar zorlaşmış. Şimdi üç büyük şehidi (Hamza, Mus'ab b. Umeyr, Abdullah b. Çahş) barındıran şehitlik düzlüğünü satış kabinleri adeta işgal etmiş. İdrak ve tefekkür zamanları ne idüğü belirsiz alışveriş mantığına boğduruluyor. Mekân katledilmiş, zaman kuşatılmış. Şehitleri hissedemiyorsunuz. Şimdi evlerin işgal ettiği Uhud Savaş’ının yapıldığı düzlüğün gerisinde, Efendimizin dişinin kırılıp zırhının yüzüne battığı ve kan kaybetmeye başladığında sığındığı kayalık bölgeyi uzaktan görebiliyoruz.

 

Tüm ziyaret bölgeleri ıvır zıvır birçok şey satan işportacıların tasallut ve işgali altında. Alışverişin Peygamberimizi idrak etmenin önüne geçmesi hüzün verici.

 

Hacı kafilelerinde, gezi turlarında görülen tertip, düzen, uyum, disiplin, bile yok. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'in sözleri kulaklarımda çınlıyor:

"Aklıma gelen ilk şey haccın bir anma olduğudur. Sizler, Kabe’yi ziyaret etme ve Sa'y yapma şansına sahip olacaksınız. Sa'y, Hacer ve oğlu İsmail'e dair bir anmadır. Yani, bu bir hatırlamadır ve hatırlama gelişmiş ve medeni halklarla, geri kalmış ve ilkel halkları birbirinden ayıran bir şeydir. Medeni halkların anıları vardır. Önemli şeyleri hatırlayan halkalar, tarih dediğimiz şeye sahip olurlar. ( Konuşmalar, klasik, 2005 s. 88)

 

Uhud'dan Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)'e hareket ediyoruz.

 " Biz senin çok defa yüzünü göğe çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbet seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. ( Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de nerde olursanız olun, namazda yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir." (Bakara 144) ayetinin indiği mescit.

 Efendimiz namaz içerisinde yönünü Mescid-i Haram'a (Kâbe)' ye çeviriyor. Cemaat önde efendimiz arkada namaz tamamlanıyor.

  

İşporta terörü sürüyor.

  

Hendek Savaşının yapıldığı Yedi Mescidler bölgesine hareket ediyoruz. Memur zihniyetli yasak savar anlayış burada zirveye çıkıyor. Otobüslerden aşağıya dahi indirilmiyor kafile. Bilgi verilmiyor, bölge gezdirilmiyor. Mescitlerin çok bakımsız, harap ve kirli olduğunu daha önceki gelişimde gözlemlemiştim. Tarihi Hendek doldurularak yol yapılmış. Bu zihniyeti tanımlamakta zorlanıyorum. En hassas, en sıkıntılı, açlığın had safhaya ulaştığı, Yahudilerin ihanetiyle geride kalan ailelerden endişe duyulduğu bir ortamda, Efendimizin Pers ve Bizans İmparatorluklarının yıkılacağını, Müslümanların fetihlerinin geniş bir coğrafyayı içine alacağını müjdelediği yer...

 

Acılarımızın en yoğun olduğu dönemlerde umutlarımızı yeşertmeyi bilmeliyiz. Zor da olsa sabır ateşinde pişmek, olanlara sabretmek,  hüküme razı olmak. Zorluklarla birlikte kolaylıklar... Çokluk içinde her Müslüman’ın kendi yolculuğunu sürdürmesi, kendi imtihanını vermesi. Üst başlık içinde alt başlıklar... İnsan tekinin serüveni : niyet, gayret, direnme, çözülme, umut, umutsuzluk, kararlılık, ökçeleri üzerinde geri dönme...

 

 Efendimizin okulu, sevgi ve merhameti öğreten, yaşatan evrensel burçlar dikiyor. Yanlışa hatta ihanete bile takılıp kalmak yok. Yürüyüş sürüyor, sürmeli. Uhud'da, Okçular Tepesi'ni kesin emirlere rağmen terk eden askerlerin cezalandırıldığı yolunda bir haber yok. Kalbi yok sayan uygulamalar şeytanın işine gelebilir. Yerindeliği olsa da kimi infazlar şeytanı sevindirebilir. Kişinin kendisini yargılaması yücelmesi değil midir?  

 

 

10 Aralık 2007, Pazartesi

 

Medine ah Medine!.. Efendimiz: Yesrib'i Medine yapan, deve çobanlarından medeniyet erleri yetiştiren. Yetim, acılı, sıkıntılı, kırık muhacir bir kalp. Ne ki, Rabbimizin yetim bulup barındırdığı, çağlar üstü mesajı için seçtiği, her daim yanında olduğu rahmet peygamberi… O'nun şehrinde yürekler titremez mi?.. Kalbim titriyor, zihnim büyük bir boşluk içinde karıncalanıyor.  O'nun evinde secde, gözyaşı, pişmanlık, eksiklik, günahlarım, olmam gerekeni olamadığım hayatım… Her yanım tefekkür…

 

O'nun ve Sahabelerinin ayak izleriyle bütünleşmeye gayret etmesi gereken hacı adaylarının uğultulu, tartışmalı yemek telâşı niye?

                  

11 Aralık 2007, Salı

 

 Cennetü'l Baki. Buraya muhacirlerden ilk defnedilen Osman b. Maz'ûn olmuş. Efendimizin oğlu İbrahim, kızlarından Rukiyye, Zeynep, Fatıma, torunu Hasan, amcası Abbas, halası Safiyye, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sâ'd ibn-i Ebi Vakkas ve Ebu Hüreyre gibi birçok İslâm büyüğü burada yatmakta.

Hz. Fatıma gece gömülmeyi arzu etmiş.

           

İkindi namazından sonra Osmanlı'nın inşâ ettiği tren garı ve camii ziyaret edilecek. 160 kişilik kafileden geziye ilgi çok az. Yaklaşık bir kilometrelik yolu yürüyerek gidiyoruz. Tren garı yakın zamanda Türkiye tarafından restore edilmiş. Fotoğraflar çekiyorum mahzun ve yetim caminin içinde ve dışında. Siyah taşlar dile gelse  anlatacak ne çok şeyleri vardır. İki rekât namaz. Gözlüklerim buğulanıyor. Göğsümde sancı... Boğazıma yükselen acı ve hıçkırık.

 

12 Aralık 2007, Çarşamba

           

Sabah namazı için otelden çıkıyoruz. Müthiş bir soğuk. Mescid-i Nebevî avlusunda yatan Müslümanlar için eziklik ve utanç duygusu kabarıp benliğimi kaplıyor. Onların fiziksel kirlerine, dökülen üst başlarına bakarak imalı yorumlar yapanlar… Dış temizliğin fethedemediği çorak ve bencil kalpler… Durun ve yeniden bakın. Hangisi fedakârlık? Hangisi aşka yürümek? Taş zeminler üstünde yarı aç yarı tok yatarak Efendimize ve Allah'a misafir olmuş insanlar yürüyüşün ön saflarında.

 

           

 

 

13 Aralık 2007, Perşembe

 

Mekke'ye gidiş günü. Yatsı namazından sonra gideceğimiz söylenmişti. Program değişiyor. Akşam namazı akabinde gideceğimiz belirtiliyor. Akşam namazı öncesi ihrama giriyoruz. Namazı, zaman darlığından Mescid-i Nebevî'nin avlusunda, Bab-üs Selâm'a yakın bir yerde kılmaya karar veriyorum. Namaz sonrasının yoğun kalabalığına rağmen Efendimize veda etmeliyim. Selâm Kapısı'nın üstünde Osmanlı Tuğrası. Padişah isimlerinin nakşedildiği kitabe. Geçmiş zamanın mekânda kalmış izleri. Fanilik. İki damla gözyaşı.

           

Efendimize veda ediyorum…

           

18.30'da otobüsteyiz. 18.45'te hareket ediyoruz. Henüz yolun başında, Medine çıkışında otobüs yakıt ikmali yapıyor. Telbiye, tekbir, tehlil ve salavat-ı şerifeler. Motor gürültüsünü bastırarak otobüsün iç çeperlerine, çeperlerden kulaklarımıza yollar kat ediyor. Medine çıkışında bir lojistik merkeze giriyoruz. Kumanya dağıtıyorlar.Poğaça, süt ve hurma.

           

Zülhuleyfe denilen mîkât mahalline geldik kısa bir zamanın ardından. Medinelilerin ve Medine üzerinden Mekke’ye gelenlerin mîkâti. Medine'nin 11 km güneyinde Âbâr-ı Ali diye bilinen bölge. Mekke'ye en uzak mîkât. Efendimizin Veda Haccı için ihrama girdiği yer. Yatsı namazının arkasından ihram namazı kılıyoruz

         

Otobüste arıza var. Yarım saat bekliyoruz.  Şöför genç bir Suudi. Arabayı hızlı kullanıyor. Türkiye'deki benzer bir anlayış onda da var. Kontrol noktalarına yaklaştığında emniyet kemerini takıyor, geçince hemen çıkarıyor. 01.40'da Mekke girişinde Ten'îm bölgesindeyiz. Ten'îm, Harem bölgesinde ikamet edenlerin (Mekkeliler) umre için ihrama girdiği yerlerden birisi. Bir saati aşkın süre, ne olduğu anlaşılamayan muamelelerin bitmesini bekliyoruz. Her yanımız otobüs. Egzoz dumanları otobüse doluyor, nefes almamız güçleşiyor. Hareket ediyoruz. Mekke'nin çevre yollarını kullanarak hac işlerini organize eden -işkenceye dönüştüren demek daha doğru- Mekteb denilen yerde bekletiliyoruz.

Uzun bekleyiş huzursuzluğu artırıyor. Dikkat edilecek hususları anlatan tek sayfalık bir broşür ile bileğe takılacak plastik bir bant dağıtıyorlar. Havaalanında verilebilecek nesneler için bir saatimiz de burada heba oluyor. Güzel başlayan yolculuğumuz her aşamasında çileye dönüşüyor.

           

Mekke insan denizi. Adım atacak yer kalmamış. Sokaklar caddeler sabah namazı için bekleyen insanlarla dolu. Hilton otelinin önünde kadın-erkek karışık oturulmuş bir yere eşimle yerleşiyoruz.

           

Sabah kahvaltısı. Otel insanın içini daraltan dar ve kullanışsız bir yapıda.

           

Umre için kafile başkanı yatsı namazı sonrasını uygun görmüş. Günlerden cuma. Dünyanın bütün renkleri burada. Tepesine dikilen yüksek otellerle kuşatılmış Beytullah, nefes alamıyor. Yüreğim daralıyor.

           

Sabah 04.30'da geldiğimiz otelde, kafileyi karşılaması gereken görevli ortada yok. Daracık lobide kafile oda anahtarlarını almak için üst üste bekliyor. Valizler girişi kapatmış. Anahtar olmasa da odaya çıkıp bir göz atmak istiyorum. Kapı açık. İki kişilik ama küçücük bir oda. El çantalarını odaya bırakıyorum. Lobide tartışma çıkmış, ilgisizlik, programsızlık insanları bezdiriyor.

Diyanet görevlileri "Hacı sabır" lafını ilgisizlik, beceriksizlik, ve koordinasyon zaaflarına kılıf yapmışlar. Valizlerin odaya çıkarılacağı söylendi ama görevliler kayıp.

           

Sokaklar, caddeler Beytullah'dan gelen ve giden insanlarla dolu. Cuma namazında yer bulabilme ümidimiz çok zayıf. Sabah namazı manzarası bizi müthiş tedirgin etmişti. Kısa bir tereddütten sonra tekrar denemeye karar veriyoruz. Kâbe'nin dış avlusuna kadar gidebildik. Eşimle Pakistanlı bir ailenin hanımını yan yana getirerek seccadelerimizi serdik. İki saat güneşin altında oturduk.

Namaz kıldık, Kur'an okuduk. Tepemizde dikilen beş yıldızlı otellerin kafeterya, yemek salonları hatta yatak odalarında cuma namazına iştirak eden insanlar vardı. Cuma'dan sonra sessiz ve sakin içeri girmeye gayret ediyoruz. Düşündüğümüzden daha kolay oluyor. Kâbe'yi görünce ayakta uzun uzun dua ediyoruz. Beytullah da giyinmiş ihramını, sizinle beraberim diyor.

           

İnsan mahşerinin ortasında, tavaf alanı gözümüze müsait görünüyor. Umre tavafına niyet edip "Kendine Akan Irmağa" biz de dahil oluyoruz. Kalbimiz Kâbe'den yana, dönüyor dönüyoruz. Hamd, şükür, zikir, istiğfar, dua, tefekkür. Gözyaşı. Rabbimizin birliği, büyüklüğü. Bizi içine çeken sonsuzluk içindeki birlik. Mutlak güç. Zaman, mekân, yön duygusu hiç bir şey. Dünya ardımızda. Gözümüz, gönlümüz Rabbimizin kuşatmasında. Ne güzel kuşatılış o Rabbim…

           

Tavaf namazı. Safa tepesine doğru yönelişimiz. Hacer validemiz koşuşturuyor, İsmail susuzluktan can çekişiyor. Say yürüyüşümüz onlarla dolu. Hacer'in teslimiyeti, İsmail'in itaati. Yeryüzü mücadelesinin sembolik adımları. Yürüdük Merve'ye Safa'ya.

 

15 Aralık 2007, Cumartesi

 

Hava serin, sabah namazında 20 derecelerde seyreden sıcaklık öğleyin 28 dereceyi geçmiyor. Namazlarda gözlerimi secde yerine indirmiyor, doyasıya Kâbe'ye bakıyorum. Korkunç kalabalık. Adım atacak yer yok. Namaza duracak, secde edecek bir yer bulmak ne saadet.Tavaf yapamıyoruz. Kabaran dalgalarım kime siteminiz?

 

16 Aralık 2007, Pazar

 

Tüm vakitlerimiz Beytullah'a ayarlı. Geliş günlerimizin şok sıkıntıları geride kaldı. Saatler önce giderek Beytullah'ı görebileceğimiz bir yere - genellikle Kâbe'nin batı tarafı- seccademi seriyorum. Eşim biraz geride, göz teması içinde hanımlar arasına yerleşiyor. Namaz, Kur'an ve nazar.

           

Vakit namazları arasında Mescid-i Haram'da gezintiye çıktım. Fas'lı bir Müslüman Abdülhak ile tanışıyorum. Mağrip Müslümanlarının kibar ve nezih bir yapıları var. 2008 de umre de buluşalım temennisinde bulunuyor.Orta kata çıkıyorum. Yanımda genç bir Müslüman. Nereli olduğunu soruyorum. Cezayir asıllı Fransa doğumlu Habib Sadji. Eğitim fakültesinde profesör olduğunu ifade ediyor. Türk olduğumu ifade edince mutlu oluyor. Türkiye'nin AB sürecini soruyor. Bir Müslüman olarak AB'ye karşı olduğumu söylüyorum. Gözleri parlıyor, sevindiğini hissettiriyor. Müslümanların birliğinden yana olduğunu, Kâbe merkezli bir oluşumun gerekliliğini anlatıyor. Özbekistanlı Andican halkamıza dahil oluyor. Adresini alıyorum. Habib Sadji; "İnşallah üçümüz cennette buluşuruz." temennisinde bulunuyor. Gözleri doluyor. Sevgiyle kucaklaşıyoruz.

 

           

17 Aralık 2007, Pazartesi

 

Bugün "Terviye" günü. Bu demektir ki, burada Kurban Bayramı 19 Aralık günü başlıyor. Türkiye'de yeni yılın başında ilân edilen ve asla değiştirilemeyen Kurban Bayramı günleri 20 Aralık'ta başlıyor. İslâm dünyası olarak, bayram günlerimizi bile aynı zamanda kutlayamıyoruz. Kanayan ne çok yaramız var...

Artık Mina'ya götürmüyorlar. Arafat'a çıkacağız. Sünnet'te Mina'ya gidilmesi ve beş vakit namaz kılınması varken aşırı yoğunluk nedeniyle doğrudan Arafat'a çıkılıyor. 13.30'da otobüslerin geleceği söylendiğinden Kâbe'ye gidemiyoruz.16.30'a kadar otobüsler gelmiyor. Bizim grubun otobüsü 17.30'da geliyor. Kafilenin namaz hassasiyeti olmadığı gibi Diyanet görevlilerinin de onlardan farklı bir yanı yok. Nereye yolumuz: Tatile değil, Arafat'a. Akşam namazı kısa yolculukta heba ediliyor. Sıkıştırırsanız ima ile kılın diyorlar. 19.10'da Arafat'ta bize ayrılan yere ulaştık. Eşimle ben yatsı vaktinde cem-i tehir ile kılmaya niyet ettik.

Sivrisinekler merhaba dediler. Elim kaşınmaya başladı. Uykum yok. Uzak yollardan geldim. Sırtımda bir ömrün yükü. Heybemde ne var? Günahlarım, zaaflarım, Rabbimin şanına layık bir kul olamayışım, acizliğim , sabırsızlığım, utancın dip köşe kapladığı yüzüm... 03 sularına dek Kur'an okudum, dolaştım, içime baktım, kalbimin sesini dinledim. Ah kalbim, kalbim...

 

Uzandığım yerde 05.30'a kadar uyumuşum. Uzun süredir yerde yatmamıştım. Her halde bir bekleyiş. Mahşerini bekleyen milyonların farklı hallerinin üzerine örtülen bekleyiş.

 

18 Aralık 2007, Salı

 

Arefe günü. Zilhicce'nin dokuzu. Sabah namazı. Marifet yeri. Marifet zamanı. "Marifet bir şeyin özünü tanımak, sırrına ermek, künhüne vakıf olmak. Eşyayı ve varlığı olduğu gibi kavrayabilmek..."

           

Hac Arafat, Arafat Marifet, Marifet Kavrayış. Arafat Vakfeye Durma. Allah (c.c)'ın mübarek kıldığı beldede bir ömrün muhasebesi. Yüzünü Kabe'ye dönerek varlığını anlamlı kılmak, bir duruşun olduğunu hissetmek. İçim sessiz dışım sessiz. Varlık yokluk, geçmiş gelecek, birbirine geçmiş yanımda duruyor. Yolcuyum, sefere yükümlüyüm. Nice zaman güneş üzerime doğuyor, ay hüznüme yoldaşlık ediyor. Yeryüzünde ayak izlerim uzayıp gidiyor. Anne, baba, kardeş, eş, çocuk, arkadaş birkaç dostla çoğaldığım dünya…İş aş, mal mülk, makam mevkii, sürgit uğraşı, mücadele, direniş… Höyküren hayatın kıyısında köşesinde geziniyorum. Buraya ait değilim. Mola vermiş bir yolcuyum. Huzura girmek için ilk durakta, Arafat’tayım. Dışımdaki toz toprak ne ki içimin kiri pası çözülsün Allah’ım. Güçsüzlüğümün, yalnızlığımın, yetimliğimin, günahlarımın, faniliğimin, idrakinde, mübarek beldende öylece dikilmiş bekliyorum. Arındır beni Allah’ım. Bağışla beni Allah’ım. Merhamet et Allah’ım.

           

Mahşer , sessiz ve korkulu bir bekleyişin ummanı mıdır?

          

Yaklaşık yirmi dakika süren Arafat Vakfe Duasını DİB Hac Dairesi Başkanı yapıyor. Güzel başlayan dua, hakla batılın birbirine karıştırıldığı, duruşunu Allah’a karşı olmakla sabitlemiş egemenlerin, hâkimiyetinin yine Allah’tan istendiği talihsiz cümlelerle kirletiliyor. Allah’ım! Sana savaş açanlara, senin mübarek beldende yardımının talep edilmesi ne yaman çelişkidir… Ellerimi kapatıyor, iştirakimi sonlandırıyorum. Duanın sonunda merkez çadırda mikrofona yakın birisinin sloganları çadırımıza ulaşıyor: “ Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın İslamiyet! Ne mutlu Türk’üm diyene.”

           

Eşimle birlikte ayrıca yeniden vakfeye duruyor, dua ediyoruz.

           

Güneş batmaya gidiyor. Müzdelife’ye yürüyerek gidecek olanlar Cebel-i Rahme civarından ana yollara iniyorlar. Belli ki zaman kazanmak, güneş battığında Arafat’ın Müzdelife’ye yakın bölgelerinde bulunmak istiyorlar. Akşam oluyor. Müzdelife’ye geç hareket edeceğiz. Kafilemizin sırası 23.30 da geliyor. Turnikelere gidip otobüslere biniyoruz. Yarım saat sonra Müzdelife’deyiz.

 

           

19 Aralık 2007, Çarşamba

 

Bayram gecesi. Mahşeri kalabalıkları Müzdelife’nin küçük alanına sıkışmış bulunuyoruz. Müzdelife’nin en doğusundaki yolu kullanmışız. Sağımız sıralı kayalık dağlar. Otobüslerden inip anayolun sağ tarafında çitlerle ayrılan bölüme geçiyoruz. Akşam ve yatsı namazlarını cem-i tehir ile kılma vakti. Görevlilerde her zaman olduğu gibi acelecilik, huzursuzluk var. Namaz da alelacele kıldırılıyor, lezzet alamıyorum. Kafile başkanı, Müzdelife’den Mina’ya, oradan Cemerat’a kadar yürümek istemediği için kafileyi otele götürme hesabı yapmış. Dört otobüslük kafileyi iki otobüsle götürmeye karar vermiş. Otobüs şöförleri acele edin diyor. Bir telâş bir koşturmaca. Garip ve mahzun namazımızın ardından yola çıkarılıyoruz. Otobüslerden birini trafik polisi göndermiş. Kısa bir bekleyişin ardından, yeniden sağdaki namaz kıldığımız bölgeye geçiyoruz.

           

Namazlarımız gibi Müzdelife Vakfe Duamız da bir şeye benzemiyor. Tefekküre, Arafat’ta edinilmiş tecrübeye, Rabbi anlama, bilme saatlerini bilinçle kuşanmaya vakit yok. Kör ve şeytani telâş kaplıyor ne  yazık ki yöremizi. Eşimle Müzdelife Vakfesini de tazeliyoruz. Rahmet mekânına, bilinç toprağına kendimizi katmaya gayret ediyoruz. Huzura biraz daha yaklaştık. Temiz girmeliyiz oraya…Otele gidiş yok. Çok şükür, olması gereken oldu. Yönümüz Mina’ya… Bilinç yeri Müzdelife, Arafat gibi Hac yapmaya gelmiş Müslümanların attıkları malzemelerle çöp denizi adeta. Yürürken zorluk çekiyoruz. Yaşlı genç, kadın erkek Mina’ya akıyoruz. Uzun yollar ve tünellerden geçerek Cemerat’tayız. Büyük şeytan taşlanıyor. İstisnasız bir heyecan, coşku kaplamış herkesi. Kahrolsun şeytan ve şeytanın dostları, nefsim, heva ve heveslerim. Allah’ın arzına egemen tüm kötüler, kötülükler… Allahuekber!

           

Yorgun, ihramlı Allah (c.c)’ın huzurundayım. Ziyaret tavafı, tavaf namazı, haccın say’i, dilimde gönlümde sonsuz hamd, şükür, övgü, sena…

 

26 Aralık 2007, Çarşamba

 

Bugün gezi günümüz. Hareket saati 08.00 denmesine rağmen 08.45’de hareket edebildik. Tuhaf bir şey oldu. İlk defa otobüsler zamanında geldi. Kafile, saatlerce bekletildiği günlerin tecrübesiyle ortalıkta yok. İlk durağımız Sevr Dağı. Yol kenarında kısa bilgi veriyor kafile başkanı. Arafat’a hareket ediyoruz. Bölgeyi kullanan Müslümanların geride bıraktığı çöp denizinin ortasında otobüs ilerliyor. Arafat’ta arif olacak Müslümanların bu hal üzere dünyaya verecek bir mesajları olabilir mi? Çöpünü, kullandığı kimi eşyayı Harem Bölgesine atacak kadar duyarsız milyonların özgül ağırlığı olabilir mi?

           

Cebel-i Rahme, Müzdelife, Mina ve inşaatı sürmekte olan Cemerat bölgesinden geçiyoruz. Uzaktan Cebel-i Nur/Hıra dağı görünüyor. Tıpkı oturmuş bir deve gibi. Uzakta dağa çıkan inen hacılar ince beyaz çizgiler oluşturuyorlar. Osmanlı kışlası, Cennet-i Mualla, Cin Mescidi gözlerimize uğrayıp geride kalıyor.

 

27 Aralık 2007, Perşembe

           

Önümde Kâbe oturuyorum. Sağ yanımda Urfa Birecik’ten gelmiş iki hacı. Burada en büyük mücadele namaz kılacak bir yer bulmak için veriliyor. Hep aralara sıkışmak isteyen insanlarla karşılaşıyorsunuz. Yer isteyen birine nereye sığacaksın demeye getiriyorum vücut diliyle. Birecikli kardeşim kendinden emin bir tavırla “Allah’ın evi geniştir.” Diyor.

           

Her günün tarihi farklı Mekke’de. Bugün sabah namazı öncesi üşüyen ayaklarımızla en üst katta tavaf yaptık. Mesafe oldukça uzun olmasına karşın bir saatte tamamladık. Öğle namazı sonrası Kâbe’nin yanında, zemin katta bir tavaf daha yaptık eşimle. Bir zaruret yoksa ikindi, akşam ve yatsı namazlarını Kâbe’den hiç ayrılmaksızın ikame ediyoruz. Namaz aralarında gezilere çıkıyoruz.

        

Her günün anıları farklı burada…

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş