metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Düşünce Üretme Gereği - II

MUSTAFA YILDIZ
26.10.2019

İnsanın düşünce üretmesi aynı zamanda bir zorunluluktur. Gerek kendi ve gerekse içinde yaşadığı toplumun dinamiklerini canlı tutma, yaşamı sürdürülebilir kılma adına yeni fikirler ortaya konulması aynı zamanda bir nevi gerekliliktir. Düşünceyi sabit bir noktada tutabilme mümkün olmadığı gibi, insan tabiatının kabul edeceği bir şey de değildir.İnsanda doğası gereği gerçeği arama, hakikata ulaşma, hayallerini gerçekleştirme, hayatına heyecan katma gibi arzu ve dürtüleri hep var olmuştur.

Ancak, düşünmede maksat, tefekkür etmede güdülen amaç, sorgulamada beklenti hem toplum ve hem de bireyin yararına yönelik pratik çözümler sunan sonuç odaklı düşünceler üretmek olmalıdır.İnsan düşüncesi sağlıklı sonuçlar elde edebilmesi içinde “Vahiy” kaynağından beslenmiş aklın kontrolü altında, disipline edilmiş bilinçle yoğrulmuş bir düşünce ile ancak mümkün olabilir. Bu disiplini sağlama, insana doğru düşünme ölçüsü koyma/koyabilme ve belli bir metot çerçevesinde fikri egzersiz yapma/yapabilme istidadı/yeteneği kazandırma, insan zihninde oluşan dünya görüşlerini sistem haline getirerek, düşünceyi doğru yöne kanalize etme gibi kazanımların elde edilmesi için de devreye “Felsefe” nin girmesi gerekir.

Çünkü, Felsefe sorunları çözmede adres olarak aklı gösterir.Ama kimi zaman aklın da tek başına yetersiz kaldığı hususlar olur. O zaman akıl; “Vahiy” ışığı altında çözüme dair yollar arar ve yeni şeyler keşfetmeye yönelir. Bu yönüyle akıl insana “Klavuz olma” görevi yapar. Harita işlevi gören “Vahiy” ise akla, hakikat yolunu bulması için ona doğru adres göstermeyi taahhüt eder. Yeter ki oraya müracaat edilsin. Tabi, aklı tek başına doğruyu, güzeli ve hakikatı bulmada yeterli gören fikriyatı tamamiyle dışlayan, devre dışı bırakan görüşlerde ileri sürenler olmuştur.

Halbuki ilahi dinler, özelde de İslam dini “Tefekkür etmeyi, sorgulamayı ve istişare etmeyi müntesiplerine yapılması gerekli bir vazife olarak vaaz eder.

Hatta tabiata dair bazı olaylar beyan edilirken akabinde de insanın düşünmesi, tefekkür etmesi ve sorgulama yapması özellikle tavsiye ve teşvik edilir. Bu açık beyanlara rağmen, kendini dinde otorite gören kimi din alimleri sürü olarak gördükleri toplumda doğabilecek muhtemel fikri dağınıklığı önleme, bir kaos ve kargaşaya meydan vermeme adına, “Aklı yetersiz, felsefeyi kötü ve din dışı” kabul etmeyi toplum için daha yararlı görmüşlerdir.

Hatta “Dinde artık içtihada gerek kalmamıştır.” denilerek mevcut olana teslim olmayı ve olası problemleri de var olan mevcut metinlerin tercümelerinde aramayı sorunların çözümünde yeterli olarak görerek toplumu da böyle yönlendirmişlerdir.

Bu bakış açısıyla bakanlar aslında kişisel menfaat ve çıkarlarının kaybı söz konusu olacağı/olabileceği endişesiyle, toplumdan kaynaklı bazı yanlış anlama ve uygulamaları gerekçe gösterip abartarak yöneticileri bile etkilemişlerdir.

Bu da sonuç olarak içe kapanmayı getirmiştir. Halbuki teknolojik gelişmelere parelel olarak talepleri de değişen toplumun sorunlarına zamanla öne sürdükleri fikirler çözüm olarak toplumu tatmin etmemiştir. Israrla devam ettirdikleri bu tavır ve tutum sonucu bilimsel gelişmeler yavaşlarken, başkasını taklit etme başlamıştır. Toplumda bireysel arayışlar başlamış, çeşitli dini anlayışların doğmasına neden olunmuştur. Ve bu tutum daima ilim adamları arasında da sürekli tartışmalara neden olmuştur.

Sancıları da halen devam etmektedir.

Kısıtlı ve dar çerçeveden bakma zorunda kalan toplum bireyleri, algılarında etkisiyle İlim adamı denilince sadece medrese ve ilahiyat eğitimi görenleri akla getirmiş, fen ve diğer ilim dallarıyla uğraşanlar adeta bunların alt birimleri olarak görülmüştür.

Dini olanı sadece kendilerinin bildiği bir sınıf oluşmuştur.

Zaten son dönemlerde ismi öne çıkan ilim adamlarına bakılacak olursa genelde din eğitimi gören alimlerin çoğunlukta olduğunu görürüz.

Oysa din ve felsefe arasında, yöneldikleri amaç bakımından zaten benzerlikler vardır.

Her ikisi de varlık ve değer bakımından en temel olanı bulmaya çalışırlar.

Evreni ve insanı anlama ve açıklama çabası içindedirler.Ancak din ve felsefe arasında beslendikleri kaynaklar ve yöntemler bakımından farklılıkları vardır.

Din de ortaya sunulan/konan hakikat bilgilerine vahiy yoluyla Allah’ın gönderdiği elçiler vasıtasıyla iletilen sözlerle ulaşılırken.

Felsefe de ise gerçeğe ve doğrulara akıl ve akıl yürütme yoluyla ulaşılır.

Din kaynağı bakımından ilahi bir kaynaktan gelirken, felsefe ise tamamiyle insanın kendi ürünüdür.

Keza din esasları bakımından değişmeye kapalı ve karşıdır.Ve dinde kesinlikle kuşkuya yer yoktur, olmazda.

Bu yüzden de temel kural ve emirlere mutlak iman etmek gerekir.

Oysa Felsefe ise soru sorar, şüphe eder, eleştiriyi kabul eder.Bu nedenle de sürekli yeni görüşler ortaya koyar ve değişime de açıktır.

Katip Çelebi derki, “Ne zamanki Osmanlı’da Felsefe dersleri kalktı, bilimin rüzgarı da durdu.” bunu tamamen doğru kabul etmek elbette mümkün değildir ancak, aklın tamamiyle işin dişında tutulması da bir eksiklik olduğu da kabul edilmelidir.

Halbuki doğru yerde kullanılacak Felsefenin de yararları olacağı da bir gerçektir.Çünkü Felsefe, “İnsana algılara ve olgulara bütüncül bakabilme yeteneği sağlarken, eleştiri fikri oluşturarakta hem eleştiriye eşlik eder hem de doğru yapma yollarını gösterir.

Aynı zamanda yaratılışı itibariyle “Egoist” olan insana da “Tolerans etme” duygusu kazandırır.”

Toplum genelinde çoğu zaman “Hoşgörü” ile “Tolerans” eş anlamlı olarak anlaşılsada, kesinlikle son derece farklı anlamlara haizdirler. Zira hoşgörüde “Yanlışa güzel bakmak” varken, toleransta ise “Yanlışa katlanmak ve sabr etmek” vardır.

Hoşgörü kimi zaman sizin inancınızın sorgulanmasını bile söz konusu edebilirken,  oysa bilinçli gösterilen “Tolerans” inancınızın zirvesini ve kemaletini gösterir.

Bugün gelişmiş Ülkelerin büyük çoğunluğu “Düşünce üretme merkezleri” (ARGE) kurarak, fikir üretme, her türlü düşünceden yararlanma, kendi toplumu için en güzelini ve en doğrusunu bulma gayesiyle bütçeden büyük meblağlarda para ayırırken, bizde hala akla bir türlü hudud tayin edilmediği/edilemediği için tartışmalar devam etmektedir.Hatta yakın tarihimizde bırakın düşünce üretmeyi, düşüncesinden dolayı hala mahkum olan vatandaşlarımız bile vardır.

Hala nasıl düşüneceğimizi bile büyük oranda batılı felsefecilerden öğrenmeye devam ediyoruz.

Halen yurt dışında kabul gören, geçerli bir makalemizi bile türkçe yazamıyoruz.

Konuştuğumuz dildeki yabancı kelimeler çoğunlukta ise, ödünç alınan yabancı kelimelerle cümle kurma gereği duyuyorsak eğer, fikir üretmeyi geçtik, sağlıklı düşünmemiz bile güç hale gelmiş demektir.

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
fethi demiral | 28.10.2019 16:00
Kaleminize saglik