metrika yandex
  • $32.65
  • 35.29
  • GA17640

Haberler / Yorum - Analiz

Yeni Türkiye’de ideoloji sorunu / Prof. Dr. Mehmet Evkuran

06.05.2018

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran “Teolojik tartışmaları devlete resmî ideoloji teklif etmek değil, sosyal teoriye katkı sunmak bağlamında yürütmek daha doğru olacak” diyor.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın kendine özgü bir hafızası bulunmaktadır. Ne kadar unutulmaya ya da karartılmaya çalışılırsa çalışılsın, kendisini bir şekilde hatırlatıvermektedir. Henüz birini kavrayamadan diğerlerinin peşi sıra geldiği yaşanmışlıkların oluşturduğu, biriktikçe de bir metafiziğe dönüşen ve Yaratan’a havale ettiğimiz olaylar ve süreçler yığını içinde yaşamaya çalışıyoruz. Sonsuz geri-dönüşlerin yaşandığı tarihimizi/hikâyemizi “tekerrür eden bir devrân” olarak niteliyoruz. Bireysel ve toplumsal hayatlarımızı birer krizler yumağına dönüştüren kısır döngüleri aşmanın yolu teori üretmekten geçmektedir. Bunun için de dünya hayatındaki nedensellik ilişkisini fark etmek gerekir. Bununla birlikte inanış ve düşünüş tarzımız buna pek imkân tanımamaktadır.

İnançların gökkuşağının müthiş bir görsel şölen yaşatmasının yanında, en karanlık ve acımasız çatışmalar hayatımızı bazen kâbusa çevirivermektedir. İmanın en güzel örneklerinin yanında fanatizmin en sert ve yıkıcı yüzünü de görmek mümkündür. Hangi siyaset coğrafyamızın hakkını verebilir? Ne türden bir kültür, bölgenin teolojik yükünü selamet ve güzellikle taşıyabilir? Bu sorular kavimlerin, inançların ve kültürlerin barış içinde bir arada yaşamalarını sağlayacak bir politik-teolojinin kodlarını sorgulamakla eşdeğerdir.

Bizim özgünlüğümüz Kudüs kadar Atina’ya da yakın olmamızdan kaynaklanmaktadır. Ya da şansımız ve imkânımız mı demelidir! Fırsat ya da sorun sayılsın her nasılsa, bu ikisinin çekim gücünü hayatlarımızda ve zihinlerimizde hissediyoruz doğal olarak. Şu halde bu ikisinin de varlığını ve mesajını birlikte dikkate almak zorundayız. Birisi için diğeri görmezden gelindiğinde, bedeli ağır oluyor. Zira ne duyguları görmezden gelerek yaşamak mümkündür ne de aklı bastırarak… İnsan gerçeğini dikkate alan sahih dinî söylem, insanın aklına ve idrakine seslenirken onun vicdanı ve sezgilerini de dikkate alır.

“Keşke Mutezile başarılı olsaydı!” diye düşünenlerimizin gözden kaçırdığı önemli bir husus var. Aklın kibrine karşı duyulan hoşnutsuzluk ve despotik akılcılığın yol açtığı kırgınlıklar… Çatışmaları yatıştırmaya çalışarak sürdürülebilir bir siyasi-toplumsal ve teolojik düzen kurmayı başaran Ehl-i Sünnet’in ayakta kalması, buna karşılık kendine tanınan fırsatı tepen Mutezile’nin gözden düşmesi bir şey anlatıyor olmalıdır. Siyasetin, entelektüel kibre karşı oluşan bu toplumsal tepkiye kayıtsız kalmaması tarihsel olduğu kadar güncel bir davranıştır da.

Peki ya siyaset? Sadece çıkarlarımıza ve hedeflerimize mi bakar? Bunların yanında gündelik hayatımızda görmek istediğimiz hakkaniyet, erdem, güzellik gibi değerleri görmezden gelmeli midir? İnançlarımıza ve beklentilerimize dayalı siyaset tarzı, bir aşamadan sonra hayatı, değerleri ve dolaysız biçimde siyaseti de anlamsızlaştırma tehlikesi taşımaktadır. Yanlış yönlendirilmiş bir imanın nasıl da kültler yaratıverdiğini, imanın güzelliklerini çirkinlik ve vahşete dönüştürüverdiğini IŞİD ve FETÖ örneklerinde yaşayarak öğrendik. Çoktandır hayatımızdan çekilen güzellik ve ahlakı yeniden bize kazandıracak bir yenilemeye ihtiyacımız vardır. Şu halde güncelleme/tecdit sadece düşünsel alanla sınırlı kalamaz; algılama, hissetme ve görme biçimlerimizi de içermelidir. İman-akıl, ahlâk-güzellik, siyaset-değer dengesini vurgulayan düşünsel ve algısal açılımlar üzerinde düşünmeliyiz.

 

Siyaset felsefesi literatüründe Kudüs ve Atina, iki farklı tasavvur, düşünüş biçimi ve siyaset tarzı arasındaki farkı ortaya koymak üzere kullanılmaktadır. Kudüs dinin/imanın, duygunun, adanmışlığın Atina ise aklın, felsefenin, sorgulamanın simgesi olarak temellendirilmektedir. İslam açısından düşünüldüğünde, iman aklın karşıtı olarak görülemez. Aksine din, ancak akıl ile mümkündür. Pek çok Müslüman kelamcısına göre, dinin temeli akıldır. Bununla birlikte iman etmeyi bir tür akletme olarak resmetmek de abartılı bir tutumdur. Buradaki yanlışı fark etmek için dinin, kendisi için gönderildiği insanın yapısal özelliklerini düşünmek yeterlidir. Sadece akıl değil aynı zamanda arzu ve duygu varlığı olan insanın, akla indirgenmiş ya da kör bağlılık olarak sunulan bir din ile yatışmayacağı açıktır.

Bazı filozof ve kelamcılarda görülen dini tümüyle akla dayandırmaya çalışma girişimleri, iyi niyetli ancak sonuçsuz kalmaya mahkûm bir çabadır. Zira sükûnet ve itminan arzusuyla kıvranan benlikleri salt rasyonel açıklamalar tatmin edemez. Doğru bir akletme, vicdanın ve duygularının da sesi olmalıdır.

Göçebelik alışkanlıklarını tümüyle geride bırakmamız gerekmektedir. Göçebe bir ruha sahip olmak, felsefede ve edebiyatta ilham verici güzel bir kavramdır. Yaratıcılığı besler. Ancak toplumsal sorunları düşünürken göçebe ya da sürgün gibi olaylara bakmak, “elinin ucuyla tutmak” anlamına gelir. Oysa bir ülkede yaşıyorsanız orasını sahiplenmelisiniz, onunla özdeşlik kurmalısınız. Kendi bireysel/cüzî hikâyenizi onun büyük ve küllî hikâyesinin anlamlı bir parçası olarak okumaya başlamalısınız. Aksi halde her an alıp başını gidecekmiş gibi duranların, ülkenin geleceğine dair projeler üretmesi şüphelidir.

Türkiye’de sorunları çözmeye çalışırken radikalizm, adanmışlık ve kesin inançlılık modeli üzerinden ilerlemeye çalışmak yetersiz kalmaktadır. Dinî ya da politik fanatizmden kaynaklanan sıcak sorunlar bizi buna yöneltmiş olabilir. Ancak bunun yanında diğer bir önemli sorumuz daha vardır: Kesin inançsızlık…Herhangi bir ideolojiye, dünya görüşüne ve hatta bir dine bile inanmama sorunu… Aslında bunu da bir radikalizm türü olarak incelemek mümkündür. Uzmanlık düzeyinde rüzgârın estiği yöne ve şiddete göre “pozisyon alabilme” yeteneğine sahip bu nihilist zümreyi tanımak isteyenlere Stefan Zweig’in Joseph Foucheromanını öneririm. Bürokrasideki ve siyasetteki krizlerin çözümlenmesinin önündeki en büyük engellerden biri bu oportünist taifedir. FETÖ’nün takiyeciliği ile onların çıkar avcılığını ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. 28 Şubat sürecinde dindar muhafazakâr insanları fişleyen onlardı. FETÖ’nün güçlü olduğu dönemlerde onlarla çıkar ortaklığı yaptılar. 17-25 Aralık sürecinin sonucunu kestiremediklerinden bir süre “tarafsız ve akil” durdular. Ancak 15 Temmuz sonrası süreçte, FETÖ’cü olmadıklarını kanıtlama telaşıyla keskin tavırlarıyla tanıdıkları insanları mağdur edenler de yine onlardı. Bir sabiteleri bulunmadığı için tespit edilmeleri, belirgin bir şahsiyetleri olmadığı için de teşhis edilmeleri zordur. Yöneticilerin arzu ettiği sonsuz bir “edilgenlik ve uyum” içinde konumlarını tahkim etmeyi başardılar. Bürokrasi ve siyasette yeniden yapılanma çabalarımızı sürdürürken bu “tehlikeli tür”ü pasifize etme yollarını bulmak zorundayız. Sadakat ölçeğine aşırı vurgu yapmak bu sorunu çözmez aksine derinleştirir. Kamuda orta kademelerden üst kademelere kadar yönetim kadrolarında emaneti taşıyabileceklere vermenin zamanı geçiyor. Kaliteli ve iyi insanları kaybetmemizi sorun edinmeyen bir yönetim tarzına alışmak, başımıza gelecek felaketlerin habercisidir. İyi tanımlanmış bir liyakat ölçeği geliştirmek gerekmektedir. İlişkilerden çok ilkelere dayalı bir değerlendirme biçimine ihtiyaç vardır.

(karar)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş