metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Haberler / Yorum - Analiz

Yaratılış Gayemiz Çerçevesinde Sorumluluklarımız

20.12.2017

Güzel örnekliği, Hakk’ın şahitliğini, ahlakî temsiliyeti, adaleti, emanetin ehline verilmesi ilkesini hayata aktaran bir sistemi inşa edip dünyada en etkin bir güç hâline getirmedikten sonra zilletten kurtulmak mümkün olmayacaktır. İslâmcı kadroların tarihi görevi; hayatta karşılaşılan sorunlara çözüm üretme üzerine çalışmak, düşünce ve bilgi üretmek, vahye uygun çıkış yollarını ortaya koymaktır denilse abartılı olmaz.

 

Malum olduğu üzere Rabbimiz, kâinattaki bütün her şeyi bir hikmet ve düzen üzere yaratmıştır. Bu hikmetli düzen bir gayeyi hedeflemekte olup aynı zamanda yaratıcının bilinmesinin en önemli delilidir. Kâinattaki düzen ve gaye peygamberler aracılığıyla insanlara bildirildiğine iman ediyoruz. Bununla beraber insanlığın tefekkür tarihini dikkate aldığımızda, değişik dönemlerde yaşayan farklı insanların yaratılışın gayesi konusuna da hususen eğildiklerini bilmekteyiz. Mesela Sokrates ve Çiçero bunlar arasında sayılabilir. Bu isimler kâinattaki düzen ve gayenin yaratıcının delili olduğu üzerinde durmakla bunu doğrulamışlardır. Varlıkların hikmeti ve düzenli yaratılışı Müslüman düşünürlerinin de dikkatini çekmiş, onlar bunu Allah’ın birliğine delil olarak ele almışlar ve bu delili “hikmet ve inayet” olarak isimlendirmeyi uygun bulmuşlardır. İlk Müslüman filozoflardan el-Kindî, tabiatta müşahede edilen ve yaratıcı hikmetin enginliğini, lütuf ve merhametinin sonsuzluğunu gösteren ahenk ve düzenin, eşya arasında mevcut türlü tesir ve tepkilerin gayelerinin bulunduğunu söyler.

 

Ona göre, âlemin düzen ve tertibe konulmasında, eşya ve olayların birbirine tesir icra etmesinde bir kısım varlıkların bir kısmının emri altına girmesinde, âlemin en uygun ve en işlevsel tarzda yaratılmasında en sağlam tedbirin ve en yüce hikmetin yani Allah’ın delilleri vardır. İlâhi Kelâm’da bildirildiğine göre bütün varlıkların daha özelde ise insanın yaratılış gayesi Allah’a kulluktur (Saf, 51/56). İnsanın, küçük canlıların, bitkilerin, dağların, yeryüzünün ve gökyüzünün yaratılışı bir gayeye yöneliktir: “Onlar üzerindeki göğe bakmazlar mı onu nasıl yükseltip süsledik? Göğün hiç bir kusuru ve eksik yeri de yoktur. Yeri de döşedik ve sabit dağlar koyduk. Yerde göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik. Bütün bunları Rabbine yönelen bütün kullar ibretle incelesinler ve tefekkür etsinler diye yarattık.” (Zariyât, 50/5).

 

YARATILIŞ GAYEMİZ

 

Varlık Sebebimiz ve Kur’ân-ı Kerim’i Gereği Gibi Okumak Dolayısıyla yaratılışın en yüce gayesi, Allah’a iman ve onu tanımaktır. Bütün noksan sıfatlardan yüce ve en üstün sıfatlarla muttasıf olan Allah’ı, tanımak ve ona hakkıyla kul olmak aynı zamanda huzurun da kaynağıdır: “Onlar inanmışlardır. Allah’ı zikretmeleri sebebiyle kalpleri huzura kavuşmuştur. Uyanık olun, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28). Elbette sadece bunlarla sınırlı değildir Kur’ân-ı Kerim’deki bildirimler. Varlık sebebimizi hatırlamak ve tefekkür etmek için birkaç ayeti kerimeyi daha burada zikretmekte yarar var: “Ve (onlara söyle:) cinleri ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) Bana kulluk etmeleri için yarattım” (51/56) “De ki; Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölü- müm tüm varlıkların rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben Müslümanların ilkiyim. De ki; Allah her şeyin rabbi iken, ben o’ndan başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü bildirecektir.” (6/162-164)

 

Şüphesiz yaratılış gayemiz olan ibadetin sistemleşebilmesi yani hayat hâline gelebilmesi için tefekkür ederek ve aksatmadan yapmamız/ yerine getirmemiz gereken fiiller vardır. Öncelikle bu fiillerin neler olduğu konusuna ana hatlarıyla da olsa temas edelim. Kur’ân-ı Kerim’i gereği gibi, hakkını vererek yani muhatabı dikkate alarak, sünnetullahı doğru kavrayarak en önemlisi de tedricilik yasasını dikkate alarak okumamız gerekmektedir. Bunun için olmazsa olmaz olan husus İlahi Kelâm’ın ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak ama aynı zamanda yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek için çaba harcamaktır. Peki, Kur’ân’ı gereği gibi yani hakkını vererek okumak nasıl mümkün olabilir? Kur’ân’ı gereği gibi okumak ne demektir? Kur’ân’ı gereği gibi okumanın pratik ilkeleri nelerdir?

 

Kur’ân’ı gereği gibi okumak; Bakara suresinin 121. ayetinde ifade buyrulduğu üzere onu “tilavetin hakkını vererek” okumaktır: “Kendilerine Kitab verdiğimiz kimseler Kur’ân’ı, tilâvetinin hakkını vererek (gereği gibi) okurlar.” (2/121) Tilv-tilâvet; sözlüklerde, okumak, bilfiil uymak, takip etmek, bir şeyin arkasına düşmek şeklinde tanımlanmaktadır. Ayetteki “tilâvetin hakkını vermek” ifadesi; Kur’ân’ın anlamını, hükümlerini düşünerek, hissederek, yavaş yavaş yahut da açık bir ifadeyle özümseyerek kıraat etmeyi ve ona uymayı işaret etmektedir. Kur’ân’ı okuyup anlamak ve kavramamaktan muradımız, okumak eyleminin içerdiği ilkeleri göz önüne alarak okumaktır. Bu ise Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği gibi iman edip (İhlâs suresi,59/21-24 ayetleri,2/255-277 4/136, vb. ayetler) ve Kur’ân-ı Kerim’in öğrettiği gibi yaşamaktan ayrı olarak ele alınamaz. Günümüzde değişik tartış- malara konu olan iman yahut akaid konusunun sloganlarla çözülemeyecek kadar önemli ve hayati bir konu olduğunun da farkında olunmalıdır.

 

Rabbimiz hayat kitabımızda “sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle iman ettikleri zaman onların arasından buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yetiştirdik” buyurmaktadır (32/24). Bu yüzden tahkik edilmiş iman ve itikat var olan şüpheleri giderir. Önderlik ise ancak kesin inanç ve sabırla elde edilir. Kur’ân’ın anlam özelliklerinden biri, ele aldı- ğı/anlattığı bir meseleyi hakkı ile kavratabilmek için sıklıkla o konuyu değişik ayetlerde tekrar etmiş olmasıdır. Bu yüzden meselenin çok iyi ve sağlıklı kavranabilmesi, yoğun bir okumayı, aklederek okumayı, tekrar tekrar okumayı gerekli kılmaktadır. Elbette mesele sadece literal/lâfzî bir okumayla sınırlanamaz. Şüphesiz, okuma eylemi Kur’ân’ın öğrettiği gibi yaşamayı da içeren bir bütünlük içinde telakki edilmelidir. Aynı şekilde, Tilv-tilâvet; sözlüklerde, okumak, bilfiil uymak, takip etmek, bir şeyin arkasına düşmek şeklinde tanımlanmaktadır. Ayette geçen “tilâvetin hakkını vermek” ifadesi; Kur’ân’ın anlamını, hükümlerini düşünerek, hissederek, yavaş yavaş yahut da açık bir ifadeyle özümseyerek kıraat etmeyi ve ona uymayı işaret etmektedir.

 

Kur’ân’da ilkeleri belirlenen bir şekilde yaşamak, hayatımızı vahye uygun kılmak, her türlü ilişkilerimizde öncelikli olarak vahyin bize gösterdiği yol üzere olma hassasiyetini terk etmemek lazım gelir. Vahye uygun bir hayatı, ailecek, komşularla ve diğer toplumsal öbeklerle halka halka inşa etme gayreti müminlerin terk edilmeyen hayat ilkesi olmalıdır. Tebliğ, Muhataplar ve Sorunlara Çözüm Üretmek Bu ise yaratılış gayemiz çerçevesinde Kur’ân-ı Kerim’i insanlara, kitlelere, anlatacak, tanıtacak, tebliğ edecek, kavratacak (14/52, 3/187, 2/159,174 vb. ayetler) donanımlar üzerinde durmayı zarurî kılmaktadır. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada Kur’ân’ı tebliğ edebilmek için bazı esaslara özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir. Bunları genel çerçevesi içinde şu şekilde ele alabiliriz. Öncelikle muhataplarımızın durumlarını dikkate almalıyız. Bilindiği üzere, Türkiye’de Sünnilerden Alevilere, farklı seküler gruplardan diğer din mensuplarına, hiçbir dine inanmadıklarını söyleyenlerden dini doğru dürüst bilmeyen ama fıtratı temiz olan insanlara kadar çok değişik, farklı hatta kimi zaman çatışma içerisinde olan muhataplarımız bulunmaktadır.

 

Son yıllarda ise melez kimlikli olarak tanımlanan insan unsurunda da ciddi bir artış gözlenmektedir. İnsanları hakka davet için muhatapların temayüllerinin, bilgi düzeylerinin, varsa sıkıntılarının göz önünde bulundurulması vahyin mesajının sunumu çabası olarak anabileceğimiz tebliğ faaliyetinin başarıya ulaşmasını mümkün kılabilecektir. Umran okurları bu dergide ilk sayılarının yayımlandığı doksanlı yıllardan itibaren değişik vesilelerle birtakım ilkelerin, gerekliliklerin sürekli olarak hatırlatıldığını bilirler. Bu çerçevede sünnetullahı doğru kavramak, aynı zamanda değişim/dönüşüm yasalarını bilip anlamayı içerdiğine dair telif ve tercüme pek çok yazıya yer verdik. Şüphesiz insanın enfüsi ve afakî ayetler üzerinde tefekkür etmeyi öğrenmesi aynı zamanda onun şahsiyet inşasının da sağlıklı olmasını sağlayacaktır. Tedricilik ilkesini daima göz önünde bulundurmalıyız. Bugün dünya üzerinde kimi İslami hareketler maalesef Kur’ân’ın yirmi üç yılda tamamlanmasındaki hikmeti kavramaktan son derece uzaktır.

 

Her şeyi bir anda anlatma veya uygulama düşüncesi ile hareket eden bu yapılar aynı zamanda son derece şekilci bir anlayışla hareket ettikleri için dünya genelinde egemen güçlerin İslâm ve insanlık arasında örmek istedikleri hatta ördükleri duvarları her geçen gün yükseltmektedirler. Hâlbuki bu tür hareket tarzından etkilenen ve duygu boyutu baskın olan yapıların dünyayı ve Türkiye’yi doğru tanıyıp değerlendirebildiklerini de söyleyemeyiz. Yaşadığımız olaylardan dersler çıkararak hareket edebilen bilinçte kadrolara sahip olunarak Kur’ân’ın bugünün şartlarında nasıl daha iyi tebliğ edilebileceği üzerinde kolektif olarak düşünmeyi mutlaka gündemimize almamız gerekir. Bu yüzden İslâmî mücadelenin, davetin temel yasalarını bilip ona göre mücadele etme fıkhını tekrar tekrar gözden geçirmeyi öncelemesi esas olmalıdır. En güzel şekilde mücadele etmek, gündelik hayatta karşılaşılan birtakım olumsuzluklara iyililikle mukabelede bulunmak, bunun mümkün olmadığı durumlarda vakarlı bir şekilde tahammül etmek hikmetle mücadele etme düşüncesinin ufak tezahürleri olarak değerlendirilebilir. Kabul edilmelidir ki, ahlak ve şahsiyet inşası ancak ve ancak heva ve heveslere karşı sağlam bir karşı koyuşla gerçekleştirilebilir Mücadelede bütün aşamaları göz önünde bulundurarak çabalamak olmazsa olmaz bir yasadır. Bu büyük hedefi gerçekleştirmek için 23 Kasım 2013’ü 24 Kasım 2014’e bağlayan gece açıklanan ve imzalanacak nükleer antlaşmanın bir parçası olduğu ilan edilen uzlaşı uluslararası kamuoyundaki yansımaları Körfez üzerinden İran tehdidi hisseden S. Arabistan’da ciddi bir hassasiyet meydana getiriyor.

 

Bilindiği üzere, Türkiye’de Sünnilerden Alevilere, farklı seküler gruplardan diğer din mensuplarına, hiçbir dine inanmadıklarını söyleyenlerden dini doğru dürüst bilmeyen ama fıtratı temiz olan insanlara kadar çok değişik, farklı hatta kimi zaman çatışma içerisinde olan muhataplarımız bulunmaktadır. Son yıllarda ise melez kimlikli olarak tanımlanan insan unsurunda da ciddi bir artış gözlenmektedir. İnsanları hakka davet için muhatapların temayüllerinin, bilgi düzeylerinin, varsa sıkıntılarının göz önünde bulundurulması vahyin mesajının sunumu çabası olarak anabileceğimiz tebliğ faaliyetinin başarıya ulaşmasını mümkün kılabilecektir.  ise, insanın kendi arzu ve istekleriyle “nefsiyle” mücadele yürütecek bir şuurda olması gereklidir. Kur’ân nesilleri kendi nefsi/hevai arzularıyla dört aşamalı bir mücadele yürütmelidirler ki her zaman istikametlerini dosdoğru tutabilme imkânı elde edebilsinler.

 

Evvela, Kur’ân’ı, yani doğru yolu ve hak dini öğrenmek için “nefse karşı cihad” yürütülmeli. Çünkü bu olmadan ne dünyada ne de ahirette insanın kurtuluşundan ve mutluluğundan söz edilemez. İnsan, ne zaman hidayeti yani Kur’ân ve hak dini öğrenmeyi elinden kaçırırsa, her iki dünyada da bedbaht olur çıkar. Sonra, Kur’ân-ı Kerim’i yani doğru yolu ve hak dini öğrendikten sonra, onu pratiğe aktarmak ve yaşamak için “nefse karşı cihad”. Yoksa yalnız başına ilim, insana zarar vermese de fayda da vermez. Daha sonra Kur’ân’a; yani doğru yola ve hak dine davet etmek, onları öğrenmemiş bulunanlara öğretmek için “nefse karşı cihad”. Yoksa insan, Allah’ın gönderdiği doğru yolu ve açıklamaları gizleyenlerden olur. İlim ona fayda vermez ve Allah’ın azabından kurtarmaz. Ardından Kur’ân’a uygun bir hayatı yaşanılır kılmak ve Allah yolunda davetin güçlüklerine, insanların eziyetlerine katlanmak ve bunların hepsini yalnız Allah rızası için göğüslemek için “nefse karşı cihad.”

 

Bu mesele esasında kritik bir önem arz eder. İnsanın, nefsine karşı bu dört aşamayı gerçekleş- tirdiğinde “Rabbâniler”den olması umulur. Selef bilginlerine göre, bir kişinin “rabbanî” olabilmesi için, Hakkı bilmesi, onunla amel etmesi ve onu öğretmesi şarttır. İşte hakkı öğrenen, uygulayan ve öğreten kimse Allah tarafından övgü ile anılmayı hak eder. İblis’in müminin itikadını, imanını, zaafa uğratmak için kalbine, aklına ve düşüncelerine aşılamaya çalıştığı vesveselere karşı da mücadele edilmelidir. Pratik hayatta şeytanın, insana aşı- lamaya çalıştığı kötü ve haram eğilimlere, şehevî duygulara karşı mücadele günümüzün haz dünyasında pek çok şeyden daha öncelikli bir hale gelmiştir.

 

Elbette mesele sadece bundan ibaret değildir. Kâfirlere, zalimlere, müstekbirlere ve nifak ehline karşı her müminin gücü ölçüsünde mücadeleyi elden bırakmaması gerekir. Kalp ile buğz etmekten başlayan mücadele dil ile ikna ile devam edebilir. Yahut tersi de kimi zaman gündeme alınıp tercih edilebilir. Maddi imkânların da kullanımıyla topyekûn bir karşı koyuş mümkün olacaktır. Mesele şu şekilde de ele alınabilir. Gücü yetiyorsa eli ile yani güç kullanarak, buna gücü yetmiyorsa yalnız dili ile buna gücü yoksa yalnız kalbiyle buğz ederek mücadele edilmelidir.

 

Zira Hz. Peygamber (s.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Bütün bu anlamlarıyla kim öldüğü ana kadar mücadele etmemişse, mücadele etmeyi içinden bile geçirmemişse bir çeşit nifak üzere ölmüş olur.” (Müslim, İmâre 158. Ayrıca bk. Ebû dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2.) Sadece kötülüklerle mücadele değil daha esaslı işlerle de yükümlüyüz aslında. Bunun asıl sebebini özetleyerek de olsa açıklamak önemli ve gereklidir. Bunun gerekli olduğu konusunda pek çok kimse hemfikir fakat bunun nasıl olacağı noktasında dişe dokunur hiçbir örnekliğin ortaya konmadığı da bir vakıa. Kur’ân-ı Kerim’e uygun bir sistemi yeniden inşa edip hayata hâkim kılacak (42/13) kadroları yani Kur’ân nesillerini yetiştirmek bunlar içinde en önemlisidir. Bugün yaşamakta olduğumuz çıkmazlardan dolayı bu hedef maalesef en zor hedeflerden biri hâline gelmiş durumdadır.

 

Eğitim siteminde yapılmaya çalışılan değişikliklerden sivil alandaki çalışmalara kadar pek çok alanda bu konunun mahiyetinin bilinmediği görülmektedir. Bu durum bizi şimdiye kadar yapageldiğimiz analiz ve değerlendirmelerle yetinmeyip yeni ve çok daha kökten bir yaklaşıma yöneltmelidir. Bunun ilk basamağı şu olabilir kanaatime göre: Bugünün şartlarını da dikkate alarak vahye uygun bir sistemi hayata yeniden en güzel bir şekilde hâkim kılmanın yolunun ve yordamının ne olacağı sorusu.

 

Zira böylesine yakıcı bir soru, Müslümanların acilen mutlaka cevap bulmaları gereken soruların ilk sıralarında yer almaktadır. Güzel örnekliği, Hakkın şahitliğini, ahlakî temsiliyeti, adaleti, emanetin ehline verilmesi ilkesini hayata aktaran bir sistemi inşa edip dünyada en etkin bir güç hâline getirmedikten sonra zilletten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Bu sebeple, İslâmcı kadroların tarihi görevi; artık hayatta karşılaşılan sorunlara çözüm üretme üzerine çalışmak, bununla birlikte düşünce ve bilgi üretmek, vahye uygun çıkış yollarını ortaya koymaktır denilse abartılı olmaz.

 

Bu ise şüphesiz, belli konularda ekolleşmeyi, vahye müstenit düşüncemizin sistemli hâle gelmesi yönünde keyfiyet yoğunluklu sistematik çabalarla sağlanabilecektir. 

 

(Şemsettin Özdemir- Umran Dergisi)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş